CHERNOBYL

June 25, 2019

CHERNOBYLBased on true story…..

Ekranda seyrettiğimiz ne varsa hep bir kalem daha kaliteli olduğunu düşündürtür bu büyülü yazı. Seyirci olarak hep gönlümüzün ayrı bir yerindedir gerçek hikayeden senaryolaştırılmış filmler ve diziler. Büyük bir heyecanla beklenilen ailemizin dizisinin görecili hayal kırıklığı oluşturan finalinin şokunu tam atlamadan Chernobly ile burun buruna geldik. HBO ve Sky Atlantik ortak yapımı 1986 Çernobil Nükleer Santralının patlamasını ve sonrasını konu alan dizimiz IMDB de puanı en yüksek dizi olarak birden kucağımıza düştü. Heyecanlandık çünkü bizim yakın tarihimizden bir gerçeklikti konu. Hayatımıza porselen demlikleri, paket Fiskobirlik fıstıklarını, tvde çay içen hastalık öngörüsü yüksek bakanlarımızı, kanser hastalığını, yakınlarımızın ölümlerini ve sayılmayacak bir çok duyguyu hatırlattı bu dizinin adı bile…

Böylelikle bulduk kendimizi yine beyaz camın karşısında. Seyrettiğimiz kurgunun gerçek olduğunu bilmenin heyecanı, sevinci, üzüntüsü ile daha ilk bölümden kendimizden geçtik. Dizinin gerçeklik kadraj çok yüksekti. Ve şu anki bilincimiz ile seyretmesi, görmesi, daha detaylı bilmesi acı oldu aslında. Hiç nefes almadan izledik bölümleri. Öyle uçan ejderhalar falan yoktu yalnızca tokat gibi gerçekler vardı dizide altı çizilen.

CHERNOBYLBilimsel bakış açısı her şeyden üstündür. Bilim yalan söylemez. İnsanoğolu bilimi bile eğip bükerek tarihinde onulmaz yaralar açar. Devlet her şeyden mi üstündür ? Görev nedir? İnsanoğlu ne getirdiyse başına kendisi mi getirmiştir? Coğrafya kaderdir de yönetim de mi kaderdir?

Dizi hakkında onlarca yazı okumuşsunuzdur ve umarım her bölüm sonrası bir çok platformda yayınlanan yaratıcısı Craig Mazin’in konuşmacı olduğu ve dizi hakkında her türlü detayı anlattığı Podcastleri dinlemişsinizdir. Çok faydalı ve dizi seyircisinin bildiği zaman daha fazla keyif alacağı detaylar veriliyor o sohbetlerde.

CHERNOBYLBeni en çok cahillik mutluluktur konulu fotoğraf çalışması denebilecek kadar iç acıtan köprüden yanan santralı seyretmeye giden halk sahnesi etkiledi. Bizim ülkemizde olsa benzer durumlar yaşardık diye düşünüp acı acı inceden gülümsedik. Kömür işçilerinin gerçekliğiyle içimiz sızlarken itfaiye erlerini kurtarmak istedik adete….

Bir ülkenin kesilen bir uzvu sanki Chernobly…..

CHERNOBYLBilimsel gerçekliklerin devlet görevlileri tarafından eksik ve yanlış servis edilmesi , ben bilirimcilik, ucuz malzeme ve iş gücü insanın hiç eksilmez , sürekli büyüyen kibiri ve hırsı ile birleşiyor …..sonuç mu ? Bugün dünya üzerinde kaç kişinin patlama sebebiyle kanser olduğunu bile söyleyemeyen bir acizlik……

CHERNOBYLDizi çok muhteşem bir yapımın perdeye yansıması. Her şey gerçek. Bir tek tarih değil….. O zamanın Ukrayna ‘sı Rusya’sı ve şimdinin hayalet şehri olayın en küçük ayrıntısı ile bir sanat şaheseri haline dönüşmüş dizide. Sarsıcı ama abartılmamış müzik de tadından yenmez bir hale getirmiş diziyi. Keyiften dört köşe falan olmuyorsunuz her bölüm sonrası koltuğa çivilenip düşünüyorsunuz….. Ki oyunculuk böyle bir yapımı lezzetlendirecek kadar muazzam. Toplantıya girmek için bekleyen ana oyuncumuz Jared Harris’in Legasov’un reaksiyonunu hiç bir kelime kullanmadan yansıttığı sahne ders diye okutulacak kadar şiirselde. Herhangi bir metin yazılsaydı belki o kadar net ve çok anlatım yapılamazdı….

Gerçek her zaman intikamını alır. Görünmez yara izi gibi kanamaya başladı mı durduramazsın gerçeği… Nereden geldiğini anlayana kadar kanın, yeterince kan kaybedersin ölmek için. Chernobly ülkenin tarih kitaplarında kalmasını hızlandırmış ve bir dönemin can çekişmesi olarak kitaplara geçmiştir. Kibirle süslenen güzelim pasta servis edilemeden bozulmuştur. Ve milyonlarca kanser hastası dünya vatandaşı….. Bilimin durdurulamaz kibirimizle yaptığı savaşın kazananı belli değil mi? Kaybedeni mi ? Vatandaş, işçi, çocuk,halk…..

ANLADIĞIN KADAR ÖZGÜRSÜN…

DEAD MAN NEVER DIE

May 25, 2019


DEAD MAN NEVER DIE

2011’de girdiler hayatımıza. Ne olduğunu anlamadık. “Bir dizi varmış, herkes onu konuşuyor. İndirdim, bir bakalım mı?” diye başlayan Game Of Thrones hikayemiz “Ne demek bir sonraki sezon iki sene sonra?” diye hayıflanmalara kadar uzadı. Sevdik onları… İyilik ve kötülüğün asırlardır süren savaşının hayali bir dünyada pek de uzak olmayan öğelerle süslenmiş hali Game Of Thrones çok fazla bütçeli, çok şahane oyunculardan kurulu, sanat ve görüntü yönetmelerinin çok iyi, yönetmelerinin muazzam performanslar gösterdiği hep adından söz ettiren bir yapım oldu. Aslen bir kitap uyarlaması olması hasebiyle bir anda artan fanları ve takipçileri oluştu. On bölümden oluşan, mini seri dizi kıvamındaki sezonları sona erince çoğu zaman elimiz böğrümüzde kaldık….Fıtratımız icabi ve kurgunun bizi götürdüğü yer iyilerin yanında yer almaktı. Pek sevdik Starkları…Taht için savaş dahil her türlü mücadeleyi veren yedi hane uzun yıllar bize haklılığını anlatmaya çalıştı. Öldürdüler, öldürüldüler…. Zihnimizin net olmadığı bir çok yer oldu, bu sefer okuduk hakkında… Bölüm incelemeleri, sezon incelemeleri, soy ağaçları, kim kimin nesi anlatan yazılar…. Bir süre sonra o kadar hayatımızın içindekiydi ki dizi “Winter is coming…” diye yazar çizer olduk ve en sevdiğimiz telefon melodisi meşhur giriş müziğiydi dizimizin…

Dizimiz….

DEAD MAN NEVER DIE

Evet bizimdi o, her sezon geçmişten, şimdiden bir şeyler bulup içselleştirdik nasıl olduysa dizideki her olayı….. Oyuncuların büyümesini izledik Bizimkiler’deki Ali’nin büyümesine şahit olduğumuz gibi… Gün günü kovaladı, altıncı ve yedinci sezonda biraz keyfimiz kaçtı. İlişkimiz sallantıya girdi hafiften. Pek eleştirmeye başladık. Saçmalıyor olabilir miydi? Neydi o halleri öyle? Falancayı bu sezon göstermediler pek, oldu mu hiç? Snow öldü mü yani? Piç kurusuna iyi oldu? O beyaz adamlar ne öyle? Kimdi bu amca? Ejderhanın annesi nedir yahu?.…Son sezonun 2019’da yayına gireceği duyuruldu. Kimimiz benim gibi “Ohhhh!!!” dedi, kimimiz üzüldü. Karşı komşunun taşınması kadar hayatımızda eksiklik yaratabilirdi bu… Neyse bilir herkes “Nisanlar Game Of Thrones’undur”…. Geldi büyük gün….. Yedinci sezonda bazı durumların sinyallerini veren senaristler, nihai sezonda kötü iş yapmışlar diyemeyiz. Çok muazzam bir prodüksiyon ve emek var her karesinde dizinin. Kendi yaptığımız dizilerle kıyaslayıp da aşşağılayacak yerde olduğumuzu düşünmüyorum ki bu büyük haksızlık olur. Evet, HBO on sezon olsun istemiş, senaristler istememiş, sekizinci sezonun son sezon olmasını arzu etmişler. Çok rahat iki sezon daha çıkabilecekken, detayları işlemeden geçmişler, evet…. Dizinin en önemli sırrını öğrenince kardeşler ne tepki gösterdi görmek isterdim mesela…. Sağ olsunlar pek bir şey göremediğimiz, bir ışık problemi olduğunu düşündüğümüz, acaba bütçe kesintisi mi var ki? diye olmazları aklımıza getiren savaş bölümünde bizim yeni kral gözlerini devirip nereye ve neden gitti? Boyasız kızımız ejderhayla dönüp, amcanın gemilerine neden bir üflemedi? falan derken birden ortalık yerle bir oldu ve hızlıca sakallar uzadı…

DEAD MAN NEVER DIE

Evet hızlıya getirilmişti, belliydi…. Ben bunu kişisel algılamıyorum. Çok dallanırıp budaklanan tüm dizilerin sonu benzer sakala bağlama sendromu ile bitebiliyor. Game Of Thrones bile olsa demek ki…. Kimin kral olduğuna da hiç bozulmadım. Tüm dünya tarihinde bu iş böyle değil mi zaten savaşı asıl veren hep başkası…. Biz ezilen tarafa düşkün olduğumuzdan tarafımız hep belliydi de bu sezon kendisini sülküm püklüm görmek de biraz üzdü açıkçası. Gördük ki Makyevelli’nin de dediği gibi “… ve her zaman iyi bir insan olarak tanınmayı isteyen kişi, kötü insanların arasında yok olmaya mahkumdur.” ve sorduk kendimize “Snow sözünü tutmasaydı, kral sözünü tutmasa da olmaz mıydı?” Kral her sözünü yerine getirir miydi? Getirmezse de olur muydu? Her yol mübah mıydı? Her sözünü tutan kral olur muydu? Makyevelli de “Kral sözünü tutmak zorunda değil, gerekirse tutmaz da” demiştir. Bu konuda gerekçe bulmakta da zorlanamaz aslen. Ama bunlar senden sonra da kabul görmüş olabilir Snow….

Kral seçimindeki niyet ve demokrasi vurgusu da güzeldi…. Ahhh Sam ahhhh…. O dediklerinin sonu da bir değişik oldu bir bilsen…. Nihayetinde hep iyi ve kötünün hükmü diyebiliriz…. Devlet teorisi falan derken işler büyümüş boşver ama özünde senin de niyet iyi, biliyoruz…..

DEAD MAN NEVER DIE

Ez cümle tüm hayatı büyük bir yalanmış Snow’un bana en çok o dokundu. Başkasının güçlenmesine sebep olursan, senden gider… Erk fikri insanda çoğu zaman aklı selim davranışlara yol açmıyor be Snow…. O neydi öyle, bir ejderhanın tepesinde dakikalarca yerle bir etmek… Sapla samanı karıştırınca sonuç her zamanki gibi masum insanın heder olması…. Hiç değişmez….

Russian Doll

March 2, 2019

Saniyede 24 kareyi arka arkaya ekleyerek başlayan hikayemizi anlatma arzusu film, sinema derken televizyona sıçradı hepimizin bildiği gibi. Uzun yıllar film olayının televizyon ayağı çok ciddiye alınmadı belki de…. Tiyatral oyunculuklarla platolarda çekilen diziler işgal etti televizyonları. Ki bugün diziler bu raddeye gelebildiyse gelişmedeki katkıları büyüktür. Film sektöründe de “televizyon filmi” gibi bir tür gelişti derken televizyon dizileri tüm dünyada arttı. Fakat diziler artık hafife alınmayacak, ötelenmeyecek kadar kaliteli sinema diline sahip, inanılmaz çekim ve sinematografi detayları kullanılan şahane kurgulara sahip seyirlikler halini aldı. Büyük oyuncular da birer birer dizilerde boy gösterince ve diziler birtakım platformlarda gösterime sunulunca bu televizyon dizisi işinin rengi iyice değişti.Daha önceki bir yazımda da “dizilerle ilgili yazmak pek adetim değil” diye başlayıp bir Netflix dizisi “Seven Seconds” hakkında yazmıştım. Bugün de yine bir Netflix dizisi “Russian Doll” hakkında yazmak istedim kalemim döndüğünce.

Russian Doll

Russian Doll 3 sezon yapılması planlanan ilk sezonu 8 bölümden oluşan komedi-dram jargonunda bir dizi. Baş rolümüz “Orange is the New Black” ten tanıyıp sevdiğimiz koca saçlı Natasha Lyonne ve Charlie Barnett; yönetmenlerimiz de Lesylye Headlabd and Jamie Babbit… Aslen konu çok tanıdık gibi gözüküyor. Bill Murray ve Annie MacDowell’lı Groundhog Day (Bugün Aslında Dündü) filmini hatırlamayanınız yoktur. Aynı günü sürekli yaşamak zorunda olan ertesi güne uyanamayan hava durumu sunucusu Phil’i…. Tıpkı Phil Nadya da bir zaman döngüsünde sıkışıp kalıyor dizide fakat Nadya’nın gününün sonu klasik değil pek….Russian DollNadya ölemiyor….Ama yaşayamıyor da…..İçinde sıkıştığı döngüden kendini kurtarmak için elinden geleni yapıyor. Yapınca başının belaya girdiği büyük küçük her durumu irdelemeye başlayan Nadya bir nevi kendini sorguluyor. Neden ve nasıl sorularına cevap arıyor. Anti-kahramanımız Nadya’yı ya çok seveceksiniz ya da dayanamayacaksınız, benden söylemesi…. Sanat yönetmenin kurduğu atmosferin başarısı renklerde ve düzende şiddeti bir biçimde göze çarpıyor. Detaylar harika bir kurgu ile tadından yenmez bir seyirliğe dönüşmüş Russian Doll’da.

Meçhul adlı yazımda yıllar önce yazmıştım: “zor olan ölüm değil yaşamdır” diye dizinin tag line’ı bana yazımı hatırlattı. Ölüm tekil iken yaşam çoğuldur…. Nadya da bunu gerçeği anladığında ve önemli olanın sadece kendini ilgilendiren ayrıntılar olmadığı, yaşamın sadece kendi etrafında dönmediğini anladığında ve beraberindekiler için bir şeyler yapabildiğinde ve bu gerçeği kabul ettiğinde döngüyü kırıyor…. Nadya’yı ve bize sunduğu hayatın detaylarının kurgu ile efsanevi birlikteliğini izleyin derim. Hem soruyor hem cevaplıyor Nadya hepimiz adına….

Anladığın kadar özgürsün….

A TWELVE YEAR NIGHT

January 7, 2019

Dün gece Nevra’yı uyutunca aklımda bir şey varmış, bir planım varmış gibi oturdum televizyonun önüne. Ama bu aralar yorgunluktan mıdır, B12 mi eksik, yeterince patates mi yemiyorum; unutkanlığım üzerimde. Kapıda anahtar unutuyorum; elimdeki anahtarı cebime koyup anahtarım yok diye dolanıyorum…
Evet varmış bir planım, unutmuşum. Golden Globe| Altın Küre ödül törenimi seyredecektim unutmuşum.

Neyse Efendim, netflix listemi açtım. Başlattım A Twelve Year Night isimli filmi. İki saati geçkin bir film, sıkıntı olursa yarın bitiririm diye düşündüm. Yok, bazı filmler kendini seyrettirir…

A TWELVE YEAR NIGHT

Bir yolculuk anlatılıyor filmde. Çok çetin, çok yıpratıcı, insan olmayı sorgulatan, delirten bir yolculuk… Gerçek hikayeden vücut bulduğunu hemen anlıyorsunuz. Ancak ben sonunda şok oldum ve çok mutlu oldum. Uruguay tarihinden bir gerçek…. Saf bir Latin Amerika gerçekliği, çok güzel, dantel gibi işlenen bir sinemacılık örneği sergilenerek beyaz camda misafirimiz olmuş. Yönetmenimiz “Bad Day to Go Fishing” ve “Mr. Kaplan” dan aşina olduğumuz Alvera Brencher. Oyuncular ise Antonio de La Torre, China Darin ve Alfonso Tort…

Uruguay’da demokrasinin yok olduğu faşist dönemde Tupamaro örgütünün öldürülmeyen elemanlarının on iki sene hücrede tutulmasının hikayesi bu film… 12 yıllık karanlık gece….
“Öldüremiyoruz, delirtelim o zaman.” prensibi ile hapishanelerde_ ki sürekli yer değiştiriyorlar_ maruz kaldıkları insafsız yaşam şartlarını anlatıyor yönetmen bize. Buradan filmin bir hapishane filmi olduğu sonucunu çıkarmayın. Film üç adamın yolculuğunun çıplak ama şiirsel anlatımı aslında… Çok net bir film, lafı dolandırmadan, ağdalamadan, ekonomik anlatım yolunu kullanarak anlatan, ağlatan bir çıplaklıkta sunuyor size gerçekleri… Sistemi insan kurmasına rağmen insani değerlerden yoksun işlemesini ve emir komuta zincirinin acizliğini terazinin bir kefesine koyan hikayemiz diğer tarafına da yol arkadaşlığının kıymetli oluşu gibi eşsiz bir kavramı umut koltuk değneklerini kullanarak oturtuyor….

A TWELVE YEAR NIGHT

Beni alıp götüren ve koltuğa çivileyen en önemli hal de filmin ana karakterinin “ses” olması sanki. Sesin yaşamımızın temel taşı olduğuna inanan biri olarak bu ayrıntı ve film müziğ “The Sound of Silence” beni yakalayıp da sarstı diyebilirim. Radyodan atılan golün dıyulmasının yarattığı mutluluk o kadar kıymetli resmedilmiş ki yazmamak olmazdı. Evet, futbol Uruguay için çok önemli bir alt kimlik bilirsiniz. Hayali topa doğru bakan erler sahnesi ise sinemaya vurgun bir seyirci için çok kıymetli bir anlatım olabilir…

Faşist hükümetin ve askeriyenin insanlıktan uzak tutumu, o kadının ölümü ve elindeki silah sekansı ile en üst perdeden bir nefret oluşması için yeterliydi. Sahip oldukları artılar, zekaları ve sanata olan yatkınlıkları küçük küçük ama sade anlatımlarla taçlandırmış filmde karakterleri. İnce ince faşizm ve demokrasinin arasındaki farkları gözler önüne seren film aynı zamanda bir “Umut” filmi… Umudun hep orada bir yerde olduğunu bağıra bağıra söyleyen…

İyi ve kötünün her yerde hep olmuş, olan ve olacak olan savaşı faşizm ve demokrasi kılığında karşımıza çıkmaya bayılır. İşte “12 yıllık Gece- A Twelve Year Night” tam da da bu kostüm ile oynanan bir oyun aslen; biri çıplak yalın ve umutlu tıpkı bugün olduğu gibi….

Anladığın kadar özgürsün….

Sinemayla kalın….

Hadi Gel Bakalım….

December 30, 2018

Hadi Gel Bakalım....

Pırasayı ayıklayıp suya koydum. Malumunuz bu doldur-boşalt dünyasında sürekli doldurduğumuz yer midemiz. Nevra’yı öğlen uykusuna yatırdım. Dedim şu adetimi yerine getireyim:yeni yıl yazısı…
Evet 43. yeni yıla girişim mi bu benim? Valahi hesap ortada….. Güzel başlayıp güzel biten bir pazartesi olsun harika “salılara” son çıkış olsun bu sene yılbaşı hepimiz için…
Yeniyi hepimiz seviyoruz. Özellikle de hayatımızdaki yeni olayları… Bazen zor ve meşakkatli gelse de hepimizin belleğinde hoş bir yeri var “Yeni” nin. 1 Ocak Sabahı hayatımızda tarihten başka bir şeyin değişmeyeceğini bilsek de sadece umudu bile bize yetiyor. Aslında müptela olduğumuz ve bozulduğunda aslen tepemizin attığı rutinimizi koruyarak yenilemek fikri hayatımızı, bizi bir heyecanlandırıyor sanki…
Seneye eski yıl olacak yeni yılımızdan Efendi olmasını bekliyorum ben. Herkesin karşısına, büyük küçük hepimizin karşısına hep insanların çıkmasını, kimseyi gereksiz üzmediğimiz, öyle fazla üzülmediğimiz bol kahkaha attığımız, dualarımızın kabul olduğu, bize fazla yük olan kişi ya da olayları hayatımızdan çıkarabildiğimiz, eleştiriyi bir hayat şekli olmaktan çıkardığımız, haddimizi bildiğimiz ve ölmediğimiz bir yıl diliyorum hepimize…..

Güzel sofralarda Allah ne verdiyse yediğimiz, güldüğümüz, harika fotoğraflar çekildiğimiz ışıl ışıl anılar biriktirdiğimiz bir yılbaşı akşamı diliyorum hepimize….

Her sene olduğu gibi bu sene de düşebiliriz. Olabilir, olacak!!!! Kalkacağız ve devam edeceğiz. Biriktireceğiz kavanozumuza :Anılar , hikayeler, insanlar, kitaplar, tecrübeler, sıkıntılar, kızgınlıklar, sohbetler, kavgalar, tatiller, kahveler, çaylar, sofralar, parklar, karlar, yağmurlar, soğuklar, sıcaklar… Daha neler neler….

Her şey bizim elimizde mi dediğinizi duyuyorum; gerçekçi olalım, değil tabii…. Her şey, bugün, elinizde, kontrolümüzde olmayabilir ama yarın olursa hazırlıklı olmak gerekmez mi?
Kartlar sana dönene kadar oyuna devam etmen gerekmiyor mu? Oyunu kazanmanın ilk şartı oynamak değil mi?
2019’da vazgeçmeyecek kadar, hiçbir şeyden vazgeçmeyecek kadar sabır; Mutluluktan, sevgiden, anlayıştan ve kendinden vazgeçmeyecek kadar sabır diliyorum….

Küçük mutluluklardan büyük erdemler

Hadi Gel Bakalım....

çıkarabildiğimiz güzel bir yıl diliyorum….

Anladığın kadar Özgürsün….

Melike Pehlivan İşler

“AMOR”….. ROMA….

December 19, 2018

Biliyorum her yerde Roma filmi ile ilgili eleştiri, film okuma, inceleme, vb yazı ve makale ile karşılaşıyorsunuz bu aralar. Sinemanın herkesi hemen ele geçiren etkisi kimi zaman büyüleyici iken kimi zaman da can sıkıcı olabiliyor. Seyretmeyeler için ciddi bir eziyete dönüşen bu süreç, kiminizin ödevini yetiştiremeyen Çalışkan öğrenci gibi hissetmenize; kiminizin de filmden beklentisinin yükselmesine yol açtığını farkındayım… Film güzel, en kısa tanımıyla…. Ne kadar güzel?

Pandispanyayı bilir misiniz? İçinde o, şu, bu olmayan sade kek…. Yine de lezzetli, belki de bir bardak kahve veya çay ile pek güzel yeneni… Roma çok lezzetli ve kaliteli bir pandispanya….Pandispanyayı bilir misiniz? İçinde o, şu, bu olmayan sade kek…. Yine de lezzetli, belki de bir bardak kahve veya çay ile pek güzel yeneni… Roma çok lezzetli ve kaliteli bir pandispanya….

“AMOR”..... ROMA....

Film oldukça yalın, çıplak ama dokunaklı. Renksiz diye eleştirilerimiz çıkar illaki de film aslında renksiz değil. Görebilen için çok renkli…. Dedim ya öyle havuçlu, tarçınlı,cevizli kek gibi bir dünya element yok filmde belki de ama yaşadığımız her gün kadar rutin, sakin ve kaotik ; hepimizin hayatı gibi zor ve yorucu bir film Roma…
Golden GLobe’da Yabancı Dilde En İyi fİlm adayı olan Roma filminin yönetmenlik koltuğunda Alfonso Cuaron oturuyor ve altmışlı yetmişli yıllarda fakirlik içindeki Mexico City’nin ROma adlı mahallesinden sesleniyor bize. Libo isimli hizmetçilerine adadığı filminin esin kaynağı bizzat LiBo…. Büyük bir bölümünün kendi yaşamından bir kesit olduğu film çok yetenekli profesyonel bir fotoğrafçının muazzam bir albümüne bakıyorsunuz hissini uyandırıyor. Sanat yönetmeni de kendi olunca ortaya seyri zor ama heyecan verici bir yapıt çıkmış…. DÖnemin siyasi ve demografik durumunu tüm çıplaklığıyla gözler önüne seren yönetmen ülkede, halkın en çekirdek ve önemli öğesi olan ailede de oluşan çöküşleri çok iyi resmetmiş…. O dönemde her zaman olduğu gibi eğitimli ya da eğitimsiz tüm kadınların hayatlarında verdiği mücadeleyi de tüm renkleriyle gözler önüne sermiş….

“AMOR”..... ROMA....

Yalitza Aparicio filmde bizi Cloe’yi bize hep bir mesafeden oynuyor sanki, bir türlü kızamıyorsunuz ona…. Tüm hayatı boğazında bir yumruk olan CLoe’ye kızmayı bırakın bir cümle dahi kuramıyorsunuz. Onun kimsesizliği, yalnızlığı, içindekileri asla dile getirmemesi ve adanmışlığı sizi o kadar etkiliyor ki her şeye rağmen çamaşır aşmaya çıkmasını bile yadırgayamıyorsunuz. Hemen sizde de bir kabullenme oluşuyor…. Çalıştığı evin kaosu içinde bir yaşam düzeni kurmuş iken CLoe birden sarsılması gereken bir gerçekle yüzleşiyor fakat bir tek biz sarsılıyoruz sanki öğrenince….

Ev hanımının sessiz ama etkili intikamındaki oyunculuk efsaneydi bana göre. Hastahane çekimleri, o toz zerrecikleri ki bana Türk filmi Zerre’yi hatırlattı, çok etkiledi beni yine doğruyu söylemem gerekirse…. Ancak iki Sekansta yönetmene düşündüğüm şeyi yapmaması için dua ettim…. Gönülden….. Birinde sesimi duymamazlıktan geldi fakat ikincisinde, Oh… şükür dedirtti…. CLoe de ben de kaldıramazdık o kadarını….

“AMOR”..... ROMA....Filmde iki sahne, hastane ve sahildeki mühim sahne başka filmlerden size tanıdık gelebilir. Büyütmeyin o kadar, sinemacının gözü bazen aynı yerden bakar…. Orta Amerika’da etkisi halen devam eden Maya Kültüründe toprak kap ve sembolize ettiği anne Rahmi ilişkisi de filmde iyi işlenerek her şey aslında çok sessiz ama yüksek sesle anlatılmış…. Evin babası olan adamın hayata karşı tutumu, içine düştüğü ve düşürdüğü durum, sokaklarda meydana gelen tarihte yeri olan sivil olaylar, havada durmadan uçan uçak o kadar ekonomik ve minimalist bir yöntemle filmden almamız ve anlamamız gerekeni anlatmış ki ben yönetmenin bu tutumunu çok şık buldum…. Bİr araba ile ne kadar çok değeri, bir uçakla da öteki hayatların yaşandığını yalın ama altını çizerek ifade edebilmiş…. Evin köpeği bana sevgisizliği simgeledi filmde, biri tarafından sessizce sevilen, yaşayıp giden bir varlık sadece….

“AMOR”..... ROMA....Roma aynı zamanda bir kadın filmi … Güçlü kadın, kendini hayatına adamış kadın, kırılgan kadın, başının çaresine bakmak zorunda olan kadın, sevilmeyen kadın, yalnız kadın, anne, hizmetçi, çalışan kadın …. Hepsi de yaralı kadın…. Devrilen ama yıkılmayan kadın, yıkılamayan kadın, kendi sesinden bile korkan, kendine dahi itiraf edemeyen kadın…. Koruyan, kollayan ve her şeye rağmen devam eden kadın….
Kitapları olan lakin kitaplığı olmayan kadın…..

Yok ya da çok

November 1, 2018

Buradayım,

Kimi zaman değilim…

Görüyorum ama

Görünmüyorum…

Bakıyorum

Ama görmüyorum

Anlıyorum

Ama anlaşılmıyorum

Sadece nefes değil yaşamak….

Bunu biliyorum ya

Sıkıntı yok…

Ya da çok…

 

MPİ

 

2015 te yazdığım bir şiir….

Genelde yazmam pek diziler hakkında. O kadar büyük bir mecra ki alıcının ne seyretmek veya seyretmemek istediği ile ilgili çok büyük bir alan dizi sektörü. Ulusalı, lokali, yerlisi, yabancısı diye başlayan yazı uzar da uzar… Dizi biraz keyif işi, fazla kişisel aslında ama son yıllarda güzel işler çıkmıyor da değil. Baktılar ki millet dizi seyredip duruyor, indiriyor, torrent arıyor, alt yazı indiriyor hatta falancanın alt yazısı çok iyi gibi sohbet konuları oluşuyor hemen dizi platformları türedi… Hemen türemedi aslında epey izledik indirerek biz bu dizileri, ki bazılarını hala izliyoruz… Neyse demem o ki Netflix girdi hayatımıza… Ama öyle mi böyle mi derken hop bir baktım ben de Netflix izliyorum; hoşumuza gitmedi dersek taş oluruz… Her şey hazır sana sadece izlemek kalıyor: Yeni keşiflere yelken açmak…

Bir çok yeni tatlar yakaladım. İngiliz suç dizileri yeni favorim olmaya başladı. Amerikan suç dizilerinden çok daha gerçekçi ve yalın olması beni vuran etmenlerdendi … Her şey gerçek hayatta olması gerektiği gibi ya da olabileceği gibi ve olabileceği kadardı bu dizilerde örneğin Broadchurch… Bir Fransız mini dizi izledim kurgu ve yalınlık beni sarstı La mante… Amerikan suç dizilerindeki her şeyin hemen çözülmesi, bulunması, her durumun hemen açıklığa kavuşması, karakterin olumlu sonuçlar alması, tahmin edilenin gerçek olarak ortaya çıkması, hep bir gizemin olması ve sakız gibi uzaması ve buna benzer bir yığın klişe sayabilirim size.. Eminim ki bu kadar dizi tecrübesi sonrasında siz de sayabilirsiniz… İşte bu tarz düşüncelere gark olmuşken Netflix bana bir dizi önerdi, seyret bunu seversin dedi… Netflix’in böyle seni çok düşünen tarafları falan da var…

İşte böyle tanıştım ‘Seven Seconds’ ile…

How long does it take to bury the truth?

Başladım seyretmeye Netflix’i mi kıracağım…

Bi baktım her şey çok gerçek sanki… Allah Allah bu nasıl bir Amerikan suç dizisi derken çekimleri inceledim epey bi vakit… Tamam mekan Jersey de, polisler, avukatlar hiç öyle her daim tertemiz, janti, afili, moda dergilerinden fırlamış gibi değil… Saçları her daim fönlü, makyajlı, aşırı şık falan da değil…. Ha en önemlisi arabalar hep tertemiz değil, hepsinde de plaka var…. Evet dizi biraz sarsarak başladı beni… Epey de kasvetli bir atmosferi var… Sanki oralara uğramamış gibi Amerikan Dream pek…

How long does it take to bury the truth?Hiç bir gerçek gizlenmeden ırkçılık, siyasi düzenin hukuka olan olan müdahalesi, suçun insan psikolojisi üzerindeki gizleme ve gizlenme yatkınlığı, ani kayıpların psikolojik etkileri, saklama ve kaçma içgüdüsü, seçilen savunma mekanizmalarının hayatımıza etkileri, kraldan fazla kralcılık, aşırı sahiplenme, çocukluk travmaları, ön yargının dayanılmaz önceliği, ve tabi ki adalet kavramlarını öyle inceden değil sarsarak sorgulayan bir dizi… Ya da sorgulatan…

Güzel  bir roman okuma tadında ilerleyen dizi hiç bir durumu öyle üstün körü geçmedi kanımca, vurguladığı anı ve sekansı hep hissedip düşündünüz seyrederken…. Yas insanı neye dönüştürebilir? Yas ne kadar sürerse sağlıklıdır? Adalet herkes için var mıdır? Sağlanabilir mi? Hukuk bağımsız mıdır? Irkçılık karar mekanizmamızı etkiler mi? Ya da ötekileştirme? Bir kaybeden hep mi kaybeder? Sisteme ne kadar direnebiliriz? Sistem mi? Gerçekler mi? Ve sonu da sadece iyi ve kötünün adalet tartısında tartıldığı Seven Seconds’ın bence alışagelmedik de güzel bir sonu var… Güzel mi? Orasını seyredip görüm derim…

Regina King’in performansıyla Emmy ödülü kazandığı Seven Seconds herhalde görüp görebileceğiz en samimi, en iyi, en şaşkın polis memuru kişiliğiyle Michael Mosley’i de seyretme imkanı veriyor. Ben de yapardım yaptıklarını dediğim Fish dizinin sonunda hep gülerek hatırladığım adam oldu… CLaire Hope Ashitey’ e gelecek olursak ki bence karakterinin hakkını çok iyi vermiştir. Bir kaybedenin hayata tutunma çabasını çok güzel resmetmiştir. KJ’e hem kızıyor hem de üzülüyorsunuz dizi boyunca; ha bir de evi var tabi: akıllara zarar…. Ama depresyonda hayatını devam ettirmek zorunda olan bir hukukçuyu çok güzel çizmiştir öyle ki görseniz gel biraz konuşalım deme ihtiyacı duyarsınız….

Bilmiyorum,bilemiyorum. Her şeyin kurgunun bile gerçek hissettirmesini seven bir izleyici olarak çok fazla makyaja tahammülüm yok sinemada, dizide sanırım o yüzden de çok sevdim kirli arabalı Amerikan dizisini. Ha bu arada  söyleyeyim Amerika’da arabalar hep tertemizdi gerçekten ama yine tercihim kirli arabalı diziler demek ki…. O kadar yalan bir dünya ki belki de nefes aldığımız her şeyin gerçeği ya da gerçek hissettiren, gerçek kokanı makbul….

P.S: Yazımın başlığı dizinin tag line dır…

Anladığın kadar özgürsün….

Sinemayla kalın….

ŞİMDİKİ ZAMANIN HİKAYESİPlan yapmak!!!!

Ben kendimi bildim bileli bu işte ustayımdır. Uzun vadeli planları erken rezervasyon tatili kadar uzağa taşırım en fazla ama kısa vadeli planlar hayatımın vazgeçilmezidir. Hani “Hayat siz plan yaparken başınıza gelenlerdir.” Dedirtecek tecrübelerim de olmadı değil… Öyle ev alalım, araba da alalım çocuğu üçüncü kalem olarak yaparız gibi aşırı uzun vadeli ve bizim ülkemiz için absurd yaklaşımlarım hiç olmadı…

Ama var bazılarının böyle beklentileri duydum yekten. Ne kadar saçma ve altı boş bi sağlamcılık bu!!!!

Hele ki Türkiye’de:

ŞİMDİKİ ZAMANIN HİKAYESİBugün olan işin yarın yok, bugün çalıştığın sınav yarın yok, bugün telefonla konuştuğun evladın yarın şehit, bugün üzerine bastığın ayağın yarın yanlış tedavi sebebiyle yok, bugün aynadıki yüzün yarın terör kurbanı, bugün aldığın ödül yarın karalama kampanyası, bugün devlet memuru yarın terörist olabildiğin; devamlı evrilebildiğin bir ülkede ne planı afedersiniz…

Coğrafyanı, ülkeni, dinini, dilini, aileni seçemiyorken yatağı belli bir derede yüzme bilmeden başlayan su sporları kariyerinde ailenle birlikte onların gösterdiği amaçla yola devam ederken çoğu zaman kabuğunu kırmak bile olasılık dışıyken ne planı yahu….

Yaşayın içinizden geldiği gibi…

Sonra şunu yapmak istiyordu, şuraya gitmek istiyordu, falan filan ağıt yakıyoruz….

Hayatınızın yüklemini şimdiki zamanın hikayesinin birinci tekil zamirinde çekmeyin, çekilmesine müsade etmeyin….

Hele bu ülkede asla!!!!

Anladığın kadar özgürsün!!!!

Sinema benim hayatımda çok önemli bir yerde oldu her zaman. Hikayeler, kahramanlar, anti kahramanlar, çatışmalar, senaryolar, yönetmenler, ödül törenleri her daim yaşamımda öyle basit bir hobi ya da uğraştan çok elimin değmesini gerçekten çok arzu ettiğim uzaklarda bir hülyaya evrildi. Hakkında okudum, eğitimlere katıldım, yağmur yüklü bulutlar gibi konu hakkında bilgili insanlardan dersler aldım. Bir film çekmeyi çok isterim, hala da istiyorum… Gerçek olur mu bu düşüm bilmiyorum… Bu denli büyük bir tutku doldu taştı ve kelimeler vasıtasıyla akacak mecra buldu burada işte yıllar yıllar evvel…Uzun zamandır sinema salonunda film seyredememiştim malum çocuk bakıyorum ya… Neyse en sonunda tuttum yolunu sinemanın “Anne nerede ya???!!!” Diye sorarak ağlayan kızıma rağmen…Ölüm Bazen Son Değildir

Tolga Karaçelik’in üçüncü filmi Kelebekler için. Kendisini Gişe Memuru filminden hatırlarsınız ya da hatırlamıyorsanız tanışın onunla….

Film senaryo, oyunculuk, yönetmenlik, kurgu, hikaye hangi açıdan bakarsanız bakın çok leziz…. Tadından yenmeyen absürd bir kara, kapkara film…

Ölüm Bazen Son Değildir

Hikaye basit olarak hiç görüşmeyen üç kardeşin mecburen bir araya gelmesinin hikayesiyken alt metinle zenginleşiyor, absürtleşiyor fakat tuhaflık hiç ayrışmadan ve gözünüze batmadan filme gerçeklikle birlikte yediriliyor. Gerektiği kadar un alan kulak memesi kıvamında bir film çıkıyor ortaya…. Müthiş….Oyuncular daha iyi seçilemezdi ve daha iyi yönetilemezdi dedirtecek kadar sahici hale geliyor bu tuhaf ve alışılmadık olay örgüsünde.

Oyuncuların tiyatro kökenli olması da filmi tadından yenmez bir hale getiriyor ki bitince tekrar izleme hissi gelip yerleşiyor yüreğinize…

– Senin neyin var?

– Bazı sorunlarım var!!!

Hangimizin yok ki????

Eski, yeni, devam eden sorunları… Belki de bu yüzdendir onları bu kadar benimsememiz, kim bilir….

Ölüm Bazen Son Değildir

Tolga Tekin, Bartu Küçükçağlayan, Tuğçe Altuğ, Serkan Keskin, Hakan Karsak ve diğer muhteşem isimler hikayeyi eldiven gibi giymişler, o kadar gerçek ki filmdeki saçmalıkların gerçekliliğine kimseyi inandırmaya ihtiyaç kalmıyor. Bu kanımca ciddi bir başarıdır film adına, yönetmen adına ki Tolga Karaçelik Sundance Film Festivalinde ve Antalya Film Festivalinde adından söz ettirerek En iyi Yönetmen ödülünü kucaklamıştır…. Ha bu arada bizim Kültür bakanlığının filme destek vermediğini de atlamayayım. Şaşırdığımdan değil, hala bazı şeylere şaşırabilme potansiyelim beni bile hayretlere düşürüyor. Şaşırdım!!!???…

Filmin kadınları da ödüle değer görüldü tabi ki. O muhtarın karısı yok mu??? Hayran bırakan oyunculuğun dersi niteliğinde oynamış bana kalırsa… Suzan’ın kabuğunu yırttığı, kendini bulduğu pavyon sahnesindeki şahane performansı ve ağız dolusu galiz küfürleri beni bile rahatlattı… Ağlayarak güldüm desem yalan olmaz….

Ölüm Bazen Son Değildir

Hikayeden bahsetmeyeceğim, gidin görün filmi. Benim bu güne kadar seyrettiğim en iyi Türk filmlerinden biri Kelebekler, gurur duydum. Klişelerden uzak, bağımsız, kendine has, özgün, gurur verici bir sinema emeği… Bu birbirinden çok ayrı ve bağımsız ölümle birbirlerinden ayrılan ve yine bir ölümle birleşen üç kardeşin kozadan çıkıp kelebek olma öykülerini gidin seyredin mutlaka, bir yerde mutlaka işte ben diyeceksiniz….

Hikayeniz ne ve nasıl yazılmışsa yazılsın sizin nasıl okuduğunuz çok önemli!!!!

Anladığın kadar özgürsün!!!

Sinemayla kalın!!!!

Dipnot: İmam karakterine bayıldım. Sorgulamak, her şeye rağmen!!!!

“Allah lükstür.!!!”

Müthiş!!!

Follow by Email
Pinterest
Pinterest
fb-share-icon
Instagram