The Florida Project
April 14, 2018
Sessizce izlediğiniz bir film The Florida Project. Yönetmen koltuğunda Sean Baker’ın oturduğu filminiz yine I phone ile çekilmiş. Sessizce izliyorsunuz çünkü sürekli düşünüyorsunuz filmi izlerken. American’ın en renkli kesiminde belki, gerçekten renkli, binaların dış yüzeyleri bile şeker gibi al benili, en siyah yüzlerinden birini gözümüze sokuyor Baker…
Fakirlik…
İmkansızlık…
Yetersizlik…
Sosyal bir konut burası, muhtemelen cüzi ödemelerle kalınabilen ama yine de bir sahibi ve işletmecisi bulunan bir yer. Bu yerde kalan bir küçük kız çocuğu ile bana göre annelik yetisi bulunmayan umarsız, saygısız annesinin öyküsü bu…
Kendi hayatımızın bizi bazen çıkmaza sokan rutini olduğu gibi filme yansımış. Yönetmen bu tekdüzeliği, benzer olayların hemen hemen her gün benzer olaylara yol açmasını filme ve kurguya yansıtmış öyle ki bu tekdüzelikten sıkıldığınızı hissediyorsunuz fakat filmi ve içine soktuğu karanlık atmosferi terk etmiyorsunuz. Edemiyorsunuz. Bir şekilde dünyanın en renkli ve zengin bölgesini, ki bu bölge Disneyworld, içine çekildiğiniz karanlıkla beraber sorguluyorsunuz. Para, paranın gücü, her çocuğun iyi bir yaşamı hakettiği, anne babanı seçemediğin gerçeği, para ihtiyacını karşılamak için insan neler yapabilir sorgusu ve bir dünya fikir filmi koltuktan kalkmadan izlemenize neden oluyor. Filmin öyle büyük büyük karakterleri yok. Büyük ve süslü sözler söyleyen karakterleri, aslında filmin öyle görkemli laflara falan da ihtiyacı yok. Film konuşmadan anlatıyor, anlamak isteyene…
Filmin en güzel ve can alıcı söylemi küçük canavarımızın ağzından düşüyor yüreğimize.
Moonee: You know why this is my favorite tree?
Jancey: Why?
Moonee: ‘Cause it’s tipped over, and it’s still growing.
( Bu ağaç benim en sevdiğim. Neden? Çünkü devrildi ama hala büyüyor, yaşıyor.)
Devrilmek ama yaşamak!!!
Belki de hepimizin yaptığı bu değil mi? Ya da yapması gerekeni…
Anneye çok kızıyorsunuz, evet ben de kızdım. Onu hoş görecek bir pencere açmıyor film size. Çaresizliği, fakirliği, kötü örnek oluşu ki muhtemelen başka nasıl yaşanır bilmiyor ve çare diye seçtikleri hepsi yanlış, tuhaf, çirkin, kanunsuz…
Nerden baksan elinde kalıyor anne ile ilgili her şey, hatta sizin onunla ilgili düşünceleriniz bile bir türlü mantıklı bir zemine oturmuyor. Ancak bunun yanında kızına olan katıksız sevgiyi de çok rahat hissediyorsunuz. Film her kötünün içinde bir iyi, her iyinin içinde bir kötü vardır der gibi sürekli sizi o daldan o dala, o düşünceden bu düşünceye savuruyor. William Dafoe güzel bir oyunculuk çıkarmış hiç şüphesiz. İçerde anneye ve kızına karşı olması gerektiği gibiyken aslında üçüncü şahıslara karşı kollama çabası içerisinde çünkü o da biliyor kayıp gidiyorlar…
Yer yer güldüğünüz yer yer kızdığınız ve çokça üzüldüğünüz küçük kızı da Brooklyn Prince canlandırıyor. Adı gibi ay gibi güzel bu ele avuca sığmaz canavar gerçekte sınırı olmayan, fütursuz, yaramaz bir kişilik ama sonunda sizde hep “çocuk işte!!!” Hissi uyandırıyor ama aslında pek fena…
Filmdeki rutin bir kez bozuluyor: finalde. Her açığı kapatabileceğini zanneden anne tabi ki bunu beceremiyor ve yakalanıyor. Yarattığı suni gündemle de bizim canavar hemen yürüme mesafesindeki renkli dünyaya koşuyor kendi karanlığından. Çok canınızı yakıyor bu sahne çünkü biliyorsunuz ki geçici… Ve çözüm değil….
Olmayınca olmuyor işte!!!!
Seyredin derim…
Anladığın kadar özgürsün…
Av mı? Kurban mı? O da mı bizim elimizde?
April 12, 2018
Theo: The world is full of evil but if we hold on to each other, it goes away.
2012 yılı yapımı Thomas Vinterberg elinden çıkmış, orjinal ismi Jagten olan filmimiz tipik bir Skandinav yapımı: yalın ve aşırı gerçekçi…. Gerçek ne ise onu göreceksiniz ekranda fazlasını değil der gibi ağdalamadan başlıyor ve kimi zaman rahatsız edici bir yalınlıkta devam ediyor. Rahatsız edici diyorum çünkü aynı durumda ben ne yapardım ya da bizden birisi ne yapardı diye biteviye soruyorsunuz kendinize. Baş rolde herhangi bir sevgi dolu rolde çok fazla görmediğimiz Mads Mikkelsen de bizi karşılayınca filmi diken üstünde izlememek hayli zor hale geliyor. Üzerine bıçak sırtı ‘çocuklara taciz’ konusu da eklenince sağdan soldan dayak yer gibi tuhaf bir hal alıyorsunuz. Sizi rahatlatacak herhangi bir müzik nağmesi de duyamayınca kulaklar, tuhaf bir hale giriyorsunuz. Ama filmin yalın ve sossuz anlatımı sayesinde kalkmadan adeta koltuğa çivili gibi izliyorsunuz…..
Filmin konusu çok gerçek ve malasef alışılagelmiş. Fakat küçük bir kasabada geçmesinden mütevellit hayatların nasıl etkilendiğini gözümüze sokan film ‘av’ ve ‘avcı’ bilinirliği üzerinden tedirgin bir atmosferde sadece küçük bir iftiranın hayatları değiştirmesi yüzeyselliğinden uzak bir duruşla sakin sakin ilerlerken sürekli bir taraf tutmalıyım acaba sorusunu sordurtuyor alıcıya. Gerçekleri başından beri bildiğimiz için hiç bir şüpheye düşmeden izlesek de filmin içinde olmak ve gerçekleri bilmeyenlere anlatmak istemekten kendimizi alamıyoruz. Hayatı zaten sıkıntılı olan karakterimiz küçük bir kızın söyledikleri sebebiyle çok zor bir duruma giriyor. Yaşamı alt üst oluyor fakat duruşunu hiç bozmuyor. Kendini aklamak için dahi herhangi kırıcı bir davranışa girmiyor. İnceden eleştiriyoesunuz inceden de kızıyorsunuz. Bu arada da ortalama insanın nasıl faşist olabaileceğini de reddemeyeceğin bir şekilde gözüne sokuyor yönetmen….
Bir söylemin kalabalıklar tarafından söylenmesinin ya da savunulmasının o söylemin gerçek olması için yeterli olmadığının göze sokulduğu ‘Başkaları cehennemindir.’ sözünü doğrular gibi bir kurgu ile kim kimi avlıyor anlamaya çalışıyorsunuz. Filmin karanlık av kültürünü yansıtan atmosferi bize ister istemez av olmayı, kurban olmayı, kimin kimi kurban ettiğini, kalabalıkların linç kültürünü hatırlatıp duruyor. Hatırlatmakla kalmıyor yalnızca bugüne kadar kimlerin avı oldum ya da kimleri hesapsızca ve kaygısızca avlamaya kalktım diye düşündürüyor….
kaçmadan mücadaele eden karakterimiz bize her durumda ayakta kalabilmenin, doğrunun kaçmaması gerektiğini, fırtınada yıkılsa da ayağa kalkabileceğini gösteriyor. Belki de af edebilmenin yüceliğin…..
Av kültürü her zaman geyik ve o son bakış temalı şiirselliğiyle hatırlanırken kilise sekansında o bakışı gözümüze ve yüreğimize sokmayı ihmal etmiyor ve sonrasında ‘gözlerime bak ve konuş…’ diye haykıran yüreğin serzenişlerini iliklerimizde hissediyoruz malasef….
[subtitled version]
Lucas: What are you saying? Have you got something to tell me? Agnes: Stop it, Lucas. Lucas: You want to tell me something? Theo: Relax, Lucas. Lucas: The whole town is listening. Tell me! What do you want to say? Agnes: Stop it, you fucking psychopath! Lucas: I want a word with Theo. Look into my eyes. Look me in the eyes. What do you see? Do you see anything? Nothing. There's nothing. There's nothing. You leave me alone now. You leave me alone now, Theo. Then I'll go. Thank you.
Filmin sonunu iki kez seyrettim. O kadar mı karmaşık?
Yoo, aksine çok sakin ve vurucu. Kim? Neden? Diye sorduruyor sana ama hatırlatıyor da av olmaya devam edeceğiz. Hep devam eden bir kaos değil mi bu? Biz hep bir avın içindeyiz: kimi zaman avız, kimi zaman avcı…
Sistemin, sistemsizliğin, savaşları çıkaranların, terörün, hırsızların, yalancıların, yalanların avı değil miyiz?
Erketede sağlam durmalıyız…
Anladığın kadar özgürsün…
Heder Ettik Vesselam
March 13, 2018
Ziyan etmeyiz biz….
Toplum olarak tüm öğretilerimiz bu yöndedir. Mutfaklarımızda yemeklerimiz ziyan olmasın diye ayrı bir ihtimam gösteririz. Dünden kalan yemek yetsin diye yanına pilav, makarna veya çorba yaparız ki az kalan yemek tüm aileyi doyursun da ziyan olmasın. Kalan yemekleri saklamak için küçük, ağzı kapaklı kaplar alırız ki nefasetini kaybetmesin. Eşleri ölen kadınlar tencerelerini küçükleriyle değiştirir, eli aza gitmez çünkü, alışmış bir kere çok kişiye pişirmeye; tencereleri değiştirir de ziyan olmaz yemekler. Bozulmaya yüz tutan peynirleri hemen peynirli bir börekle kaldırırız ortadan. Bal, reçel kavanozlarını, ketçap şişelerini dibi gelince bir kaba ters çeviririz de hepsi aksın kaşıklayalım, boşa gitmesin deriz. Salça kavanozuna sıcak su koyup bi çalkalarız dibinde kalanla bir tencere yemek daha çıkarırız. Bayat ekmeklerden yapılan yemeğimiz bile vardır bizim. Ha olmadı köfte harcına koyarız. Tabaktaki yemeğimizi ekmekle sıyırırız, susamları elimizle toplarız.
İyice küçülen sabunu yeni sabuna yapıştırız illa ki. Deterjanların, şampuanların vb ambalajların dibini suyla buluşturup kullanmadan atmayız. Tüp kremlerin içinde daha çok olduğunu bildiğimizden makasla keseriz de kullanırız. Odadan çıkarken ışığımızı mutlaka kapatırız. Bizim neslin öyle ışıkta uyuma gibi alışkanlığı da pek yoktur. Çünkü o mevzunun lüzumsuz olduğu hususunda eğitilmişizdir. Eskiyen tüm atletlerimiz ve kullanılamayacak durumda olan tüm havlularımız temizlik bezi olur bizim. Küçüklük giysilerimiz kim bilir kaç çocuk büyütmüştür. Dedim ya biz ziyan etmeyiz….
Etmezdik!!!!
Bu kadar ince detaylara dikkat eden toplumun bireyleri bugün birbirini ziyan ediyor. Hiç düşünmeden, hiç vicdanı sızlamadan harcıyor, ziyan ediyor. Empati yetisinden bu kadar yoksun olmayı iyice düstur edinen toplum bireyleri birbirini ziyan ediyor, hiç ihtiyacı yokmuş gibi. Sebep de benim gibi değil…. O bizden değil…
Bu kadar ucuz ve vasat bir sebepten ilişkileri, insanları, çocuklarımızı hiç düşünmeden ziyan ediyoruz bir kalemde. En çok kullanılan özne “biz” ve “onlar”…
“Onlar” hep ne düğü belirsiz bir topluluk. Onlar öldürülse de, kazada ölse de, terör olayına maruz kalsa da, tecavüze de uğrasa hep ama hep suçlu. Bir türlü suçtan, sorumluluktan kurtulamıyor şu “onlar” . Onların taptığı, inandığı, yaptığı savunduğu doğru olmadığı için her şey müstahak onlara. Bir de üstüne parası varsa onların; tamam bitti, ölse rahmet okunmaz öyle yani… Döl israfı onlar: olmasa da olur, hatta daha iyi olur….
Evet, hep ziyan ediyoruz onları. Herkes kurulmuş koltuğuna “onlar” suçlu, sorumlu…
Bir de bu onların başına gelene üzülmek almaz. Bizim milletimizin artık öldürülen asker öğrenciye, kim vurduya giden sade vatandaşa, ölü bulunan cinsel tercihi farklı bir vatandaşa, savaşta(!!) şehit edilen gencecik insanlara, kumpaslarla işlerinden olan insanlara, hapiste olan insanlara, intihar eden askere, atanamayan öğretmene, tecavüz edilen insanlara, hayvanlara, vb bir çok yitik hayatlara aynı anda üzülmek gibi bir şansı yok artık. Ziyan edildi bu bakış, bu kalp, bu ortak akıl….
Hani ziyan etmiyorduk ya çok acıdır ki birbirimizi ziyan ettik, ötekileştirerek….
Heder ettik insanlığımızı…
Taraf tutmayan bertaraf olur safsatasına sırtımızı ve ruhumuzu dayayarak ziyan ettik birbirimizi. En sonunda bir Allah rahmet eylesin cümlesini çok gördük ölenlerimize….
Yazık, çok yazık!!!
Anladığın kadar özgürsün!!!
KADIN
March 3, 2018
Kadın…
Bu konuda o kadar çok tevatür var ki aklınız durur. Bir kadın olarak benim bile hayretle inanamadığım bir çok saçmalığı içinde barındırıyor Anadolu.
Aslında Türklerde kadın başka bir yerde, baş köşede, yönetimde en basiti,ki pek basit değildir, ev yönetiminde büyük söz sahibi. Hani ben sizin Han’ınızım ya karım da benim Han’ım diyen atalarımızdan kalan Hanım kelimesine evrilen Kadın anladığımız kadarıyla saygılı bir konuma sahip. O zamanlar, kimse cinsiyetlerini küçümsemek adına “kısmı” kelimesiyle birlikte anmıyor isimlerini. Daha kimse saçlarının uzun ma akıllarının kısa olduğunu falan iddia etmemiş. Hiç kimse daha onları kaşık düşmanı ilan etmemiş. Karnındaki sıpa ve sırtındaki sopa ile de öyle aman aman kimse daha pek ilgilenmiyor.
Siniriniz bozuldu mu?
Benim bozuldu!!!
Rezilliğe bak…
Deyimlere, atasözlerine bak…
Kadın kısmı ‘az’ olacak hep. Her yaptığı şeyi ‘az’ yapacak. Az yiyecek, az konuşacak, az karışacak, az soracak, az harcayacak, az gezecek, az makyaj yapacak, az giyecek (burdaki az çok fazla kıyafeti olmayacak anlamında, yoksa ….), fikrini az beyan edecek, zaten fikri olmazsa daha iyi…
Ha bir de ‘az’ gülecek…
Bu çok önemli, çokça gülmek ‘hafif meşreplik’ ( bu kelimeye dayanamıyorum, tüm tüylerim diken diken oluyor) emaresi.
Kahkaha falan, o artık kesin kanıt!!!
Her şeyi az yapacak kadın…
Ha bir de kendini akıllı ve edepli zanneden bir kesim Bayan der bize. Cinsel münasebet yaşamış feminen varlık anlamında kullanıldığa o kadar kani olmuş ki “kadın” kelimesinin kullanmayı ar sayar. Edepli edepli Bayan der. Bunun bir de İngilizce Mr. Ve Mrs. Kısaltmalarından geldiğini iddia eder ki o daha da vahim. Eğer oradan geliyorsa kullanımların Beyefendi ve Hanımefendi olur: Bayan ne ayak?
Kadının çok olması bir tek gebelikte istenir. O çok olmalı bak…
Çünkü o da tek başına değil. Diğer cinsin dahli var da ondan. Yine çok olunacak, ataerkiliz ya onlar çok olacak böylelikle.
Tacizi, tecavüzü, şiddeti, sözlü yıpratmayı, işyerlerinde mobingi falan hiç açmayalım, çıkamayız…
“Kadın” kelimesinin bir de sıfat hali var ki tam bir ‘African American’ kullanımı. Yani demem o ki aslında üstü kapalı aşağılama, zenci olmayan Americanlara ‘White American” denmiyor ama African American deniyor. Bilinçaltında irdeleyip, küçümsüyor; benimsemiyor.
Aynı bu durum bizde de var: kadın yönetici, kadın şoför, kadın müdür, kadın başhekim, kadın hakim…. Hatta kimilerinde cinsiyet ekleri bile var: Müdüre, Hakime gibi….
Bırakın bizi bilinçaltlarınızda oraya buraya koymayı, ittirmeyi, ötekileştirmeyi…
Beraber yaşarsak, beraber olursak yaşam güzel….
Cinsiyetçi dil kullanmayın, aşılamayın, öğretmeyin.. Cinsiyet yanlısı değil, insan yanlısı olun…
Hepimiz önce insanız….
Unutmayın…
Anladığın kadar özgürsün!!!!
KABAK TATLISI
February 23, 2018
Hayat çok uzun bir serüven ve mutlaka hepimizin serüveni de özel tabi ki. Bu herkesin kendine has serüveninde hep mihenk taşları var illaki. Bir tatil anısı, yapılan bir davette başına gelenler, yılbaşı kutlamasının komik yüzleri, karne günleri, kolunu kırdığı an, hastaneye yattığın gün, ailecek seyredilen bir film….
Bir kokunun, bir resmin, bir rengin, birinin isminin, bir tabak yemeğin sizi her zaman o anlara götürmesi de aslında o anlarını bizim için paha biçilmez değerleriyle doğrudan ilişkili. Bizde nerede kodlanmışsa o anımız tetikleyici ile su yüzüne çıkıverir, şöyle manidar bir dudak üstü gülümsemeyle kimi zaman tatlı kimi zamansa acı….
Bende de çok bu tetikleyicilerden. Bu yaşıma kadar dolu dolu yaşamamdan mıdır nedir, çok fazla kodum var böyle: koku, tat, resim, kitap, film, yemek, tatlı…
Kabak tatlısı….
Bugün yerken yine aynı sesler geldi kulağıma, aynı azarları işittim, aynı yüzlere baktım. Ha bu arada, sizi görmek güzeldi…
Ve çok eskiden yazdığım aynı konulu ve kabak tatlısı kokulu yazımı buldum arşivimden ve buraya iliştireyim istedim….
”Kabak tatlısı benim en çok sevdiğim tatlıdır. Evet yapımı kolaydır, doğru… Ama benim hayatımın en komik ve korkunç anısının başrol oyuncusudur. Babam eve kocaman bir tatlı kabağı ile geldi bir akşam. Yemekten sonra dünyanın en önemli işini yapan ustalar gibi seremoniyle sofra bezini yaydı kabağı kesti biçti doğradı, tencereye dizdi. Yaptığı işi övmesini pek severdi rahmetli. Bütün prosesi izledim , püf noktalarını öğretti… Şekere yatırdı ve bana sabaha kadar beklemesi gerektiğini sabah da kendi meyanesiyle pişirileceğini söyledi…. Ve işte film burada başlıyor: Bu görevi bana verdi… Ben sabah kahvaltıdan sonra tencereyi ocağa koydum. Kaynadı altını kıstım ve sonra masama gittim ders çalışmaya…. Herhalde ortaokul talebesiyim….( Bu arada bütün 35 yaş üstü geçkinler gibi talebe kelimesini kullanmışım.) Sonra bir koku geldi burnuma…. Aşağı kat komşumuz, şimdi rahmetli, Ünzile Teyzenin yemeği yaktığını düşünerek ve bir araba da laf ederek camı açtım. Ama zerre aklıma gelmiyor bizim tatlı… Uzun bir süre sonra, bir ara nefes almadığımı hissettim. O ara işte kabağı hatırladığım andı…. Beynime oksijen gitmeyince ocaktaki tatlı geldi aklıma. Hızlıca mutfağa koştum. Ateşi kapattım tencerenin kapağını açtım…. Ve bir karalık…. Koştum telefona.Rahmetli babaannemi aradım… Tek dediğim ‘ Babaanne çabuk gel!’….
Geldi. Tencereye baktı bana baktı o tencerenin artık kullanılamayacağını söylediğinde bittim. Çünkü potaya Münevver de girmişti. Annem olur. Ve tencerenin hesabı benim için biraz zor olacaktı… Ben de en hafif zararla bu olayı atlatabilmek adına babam alışsın duruma akşama kadar diye 87105 ‘i arayarak babama kabak tatlısını yaktığımı akşama yiyemeyeceğimizi anlattım…. Çok zekice bir hareketti…. Tabi her şeyin bir bedeli vardır. Bazen de kulaklarınız öder hesabı; Babam bana ‘Aferin geri-zekalı kızım ‘dedi…. Ama ben artık kabak tatlısı yapmayı öğrenmiştim…. Ve o gün bu gün çok iyi yaparım. Nereden mi çıktı bütün bunlar? Pazara çıktım ve kabak aldım…. Şekere yatırdım… Ne zaman yapsam ne zaman yesem bu anım ve Babam gelir aklıma…. Cenazesine giderken de İkbal’de durup kabak tatlısı yemek isteyişim bundandır….. Benim için kabak tatlısı Mustafa Pehlivan demektir….” 19 EKİM 2010
Velhasıl durum bu… Ne demiş Cemal Süreya ‘Kadın güzel/ Güzel anılar gibi güzel’…
Güzel kokan nice tatlı anılara….
Anladığın kadar özgürsün…..
GRİ
February 21, 2018
Dua çok önemli bir ayrıntı hayatımızda kanımca. Yalnız ana dilimizde ne dediğimizi gerçekten anlayarak kalben yaptığımız dualardan bahsediyorum özellikle ki öncelikle ne dilediğimizi Tanrıdan bizim iyi idrak etmemiz gerek şart bence… Bunların içinde çok derinleri çok anlamlı olanları illa ki var da ben en çok ” Allah iyi insanlarla karşılaştırsın.” Duasını severim… Çok sık da ederim. Hayatımda iyi insanlarla karşılaştığım için de hep şükrederim….
Evet….
Son zamanlarda bu iyi insanlar azaldılar. Bana, bize, hepimize göre bir çocuğa sapkınlık yapan birisi iyi bir insan olamaz. Biliyoruz, biliyoruz da büyük bir yanlışlık var bir yerde. Nerede mi? Bana kalırsa çocuk yetiştirme ve aile olma olgusunda büyük bir çarpıklaşma var. Var da? Düzelir mi? Çok zor, çünkü insanları değiştirmek gerek, eğiterek. Ben bi öğretmen olarak net konuşuyorum eğitim artık öyle görevler yerine getiremez bu ülkede. Burada hemen eleştirebilirsiniz beni, ama az sorun soruşturun özgür çalışan ve konuşan kalmış mı eğitim camiasında?
Değer yargılarımız gözden geçirilmeli. Her konuda olduğu gibi ahlak konusunda da….
Neden tuvalet kelimesini kullanmakta imtina ediyoruz; yerine çok kibar olan “lavabo” kelimesini kullanıyoruz ? Çok ahlaklıyız!!!
Ama lavaboya götürüp bir çocuğu cinsel olarak kullanmaya kalkıyoruz. Ama tuvalet kelimesini kullanmıyoruz, çok ahlaklıyız….
Hayır….
Sadece çok büyük riyakarız. Ne yaptığını hiç düşünmeyen, hiç sorgulamayan, vicdan yoksunu, ağzı bozuk, kalbi kötü, eğitimsiz, eğitilemez, kötü insanlarız biz….
Bunun başka bi açıklaması olamaz….
Bunun bi açıklaması olamaz…
Ben yapamıyorum, açıklayamıyorum; ne kendime, ne de çocuklarıma….
Benim babası tarafından iğfal edilen öğrencim oldu. Annesi kendi şikayet etmişti sözde kocasını. Aslan gibi kadındı ve kurtardı kızlarını…
İşte böyle olmalıyız, çocuklarımıza inanacağız, bu konuda onları biz eğiteceğiz…. Ama önce büyükler: şu her çocuğu öpmeyi bırakın, şeker verecek git amcaya saçmalıklarını bırakın, otobüste dolmuşta yabancının kucağına oturtmayın çocuklarınızı, erkek çocuklarına sünnet düğünü yapmayı falan bırakın, çocuk cinsel organını matah bi şey sanıyor; dolayısıyla erkekliği ve erkeğin yapabileceklerini de….
İdam?
Suçu sabit görünenler bundan böyle idam edilsin mi?
Hukuk siyah ya da beyaz değil. Aslında fazlasıyla gri bir platform. Zamanın birinde okula gelen bir müfettiş, toplantı yapıp sormuştu, “evladınıza tecavüz etse biri, Allah korusun, ne yaparsınız?” Diye. Ben en ön sıradaydım, huyum kurusun, atladım hemen “öldürürdüm” diye. O da sordu: ya tecavüz eden senin evladın olsaydı….
Çok zor….
Biliyorum düşünmesi bile çok zor!!!!
İdam çok tartışılması gereken başka bi boyut. Burda tek söyleyebileceğimiz “sınanmadığımız acılar üzerine konuşmak çok kolay”…
Hayat gri, siyah ya da beyaz değil….
Allah iyilerle karşılaştırsın hepinizi ve sevdiklerinizi…
2018
December 29, 2017
1999 yılını hatırlıyor musunuz? Milenyuma giriyorduk, çok heyecanlıydık… Yeni bir yüzyıl başlıyordu; ki 2000 yılında kaç yaşımızda olacağımızı, evli ve çocuklu olup olmayacağımızı, nerede yaşıyor olacağımızı daha önce doksanlarda hepimiz tahayyül ettiydik… Yalan mı? Var mı yaştaş olup da o planları yaptığımızı hatırlamayan?
Planlar tuttu mu tutmadı bilmem ama 21. Yüzyıl büyük bir hızla ilerlemiş ve 17 senesi geride kalmış bile…. Götüreceklerini götürmüş, alacaklarını almış ve katacaklarını katmış. İşi bitmiş ve gidiyor 17. sene de…
Geçen yılın güzel olması hususunda daha önceki yılbaşı yazılarımda da değinmiştim; yılı bağlayan bi durum yok aslında. Size o yıl kısmet olanlar duruşumuzu hep değiştirir. 2017 benim için çok güzel bir yıldı. Çünkü bir evlat sahibi oldum…. Ne diyebilirim ki?
Çok şükür!!!!Hem de çok….
Ama Türkiye için Dünya için iyi bir yıl olmayabilir. Daha iyileri çıkar inşallah ne diyeyim… İyisi kötüsü yok aslında hiç bir yılın, biz kategorileştiriyoruz yıllarımızı bizde bıraktıkları izlere göre… Yakınını kaybetmiş bir insan için iyi bir yıl olmazken benim için güzel bir yol olabiliyor. Sonraki yıllarda roller değişebiliyor. Yani yaşam da sırayla işte!!!!
Ben karakter icabı severim yeniyi….
Yeni hep bir başlangıçtır. Ağzında sevdiğin bir yemeği yedikten sonra kalan son tat gibi hoş ve aranılası bir iz bırakır hayatımızda. Yeni ayakkabı giymeyi sevmeyen, yeni defteri açıp sayfalarında parmaklarını gezdirmeyen, yeni kitabı açıp koklamayan, yeni elbiseyi giyince kendini güzel hissetmeyen, yeni ayakkabının topuk sesini dinlemeyen, yeni fincanda kahve içerken dönüp dönüp fincana bakmayan var mı ki aramızda????
Yeni çoğaltır insanı.
Yeni insanlar, yeni sesler birleştirir ruhunun yaralarını…
O yüzden her yeni kutlanır tıpkı yılbaşı gibi…
2017 de isminde “yeni” geçen kızımız Nevra ile yenilendik, hayatımızın yeni bölümüne başladık biz….
Siz neler yaşadınız bilmiyorum ama hepsi yeni bir tecrübeydi en azından… Tabi bekara karı boşaması kolay… Tecrübeymiş, ukala dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız…. Yerden göğe kadar. Kiminin kıçında ayı bağırdı bu yıl; kimi bir eli yağda, diğer balda geçirdi yılı…
Şimdilerde eski simli kartları adreslerimize gönderen kalmadı. Mesajlar falan aldı yerini soğuk soğuk… Ne güzeldi onlar!!!! Simlileri ışıl ışıl, yazısı güzel olan aile ferdi halaya, dayıya yazardı. Bizim evde bendim o… Her zamanın ayrı güzellikleri var, ben nerde o eski yılbaşılar diyenlerden değilim, asla olmadım… Her çağ yaşanılan ile güzel… Bundan bilmem kaç sene sonra da ne güzel mesaj atıyorduk birbirimize deme ihtimalimiz çok yüksek….🤫🤫🤫Babamın öğrenciyken bana gönderdiği yılbaşı kartı ne güzelmiş. Hala duruyor; şu herkesin vardır ya eski duyguları hapsettiği kırmızı kutu, orada yıllardır. Her yıl bi açılır bu eski, dağınık kutu… Okunur mektuplar, notlar, kimi zaman gözyaşı ile kimi zaman gülümseme ile… Her yıl başı bakarım bu karta; en çok güldüğüm kısmı da ” …. ve eşi” yazan bölümü. Komik ve yaramaz adamdın. Güzel insan, senin de yeni yılını kutlarız!!!An, anda güzel…2018 den neler bekliyorum?Aslında doğrusu 2018’de kendimden neler bekliyorum?2018 dolunayla başlayan güzel bir yıl fakat dolunayın yeni aya geçmesini bekleyin derim bir şeylere başlamak için… Bir on beş gün kadar…Beklemiyorum hiç bir şey!!!!Mutluluk ve sağlık diliyorum kendime, evlatlarıma, eşime, sevdiklerime….Klasik evet biliyorum da aslında yaşam da klasik… Düz, sade, karmaşık değil… Biz karıştırıyoruz ortalığı çokça…Doğum ile ölüm arasında hayatta kalma mücadelesidir yaşam. Her şeyin hayırlısıyla hayırlısının olduğu bir yıl diliyorum…Ve ülkem için…Zor, çok zor…Ama yeni pozitif bir dönem diliyorum…En önemlisi hepimize akıl sağlığı diliyorum…2018’de sevdiklerimiz yanımızda kalsın inşallah…Sev, şükret, affet!!!
KÜÇÜK RAHATSIZLIKLAR EĞİTİCİDİR
October 18, 2017
Hayatınızda bir rutininiz elbetteki vardır. Benim de vardı herkes gibi, her gün duyduğum endişeler, cevapladığım sorular, işim icabı yetiştirmem gereken evraklar, düzenlemem veya katılmam gereken toplantılar, görüşmem gereken öğretmenler, veliler…. Bu rutin uzar gider de; bu arada ufak bir ayrıntı vereyim benim öğretmenlik ve idarecilik yaptığım bölgede okuldaki iş hayatı pek öyle bildiğiniz rutinlere benzemez. O gün payınıza gazeteci mi, emniyetten bir görevli mi, hırsız mı artık hangisi denk gelirse… Böyle bir yaşamım varken Nevra’nın hayatımıza katılmasıyla rutinim süt sağmak, mama hazırlamak, kakasını kontrol etmek, internetten alışveriş yapmak, onunla tekrar büyümek halini aldı… Makine doldur makine boşalt mevzusuna hiç girmiyorum. Neyse ek gıda sorunsalı ile birlikte organik tarım, organik tavuk, organik yumurta, gaz sancısı, yoğurt mayalama işine kadar evrilen hayat rutinimde kahve en büyük lüksümken artık kitap okuma ve yazı yazma gücünü nihayet bulmak için elimden geleni yaptığım bir süreçte hayatımdaki sağlam kitap okuma kurtlarından biri olan kardeşim vasıtasıyla bir kitap çıktı karşıma: ‘Abla, yeni bir dizi var; kitap uyarlaması; ben okudum. Diziyi merak ediyorum adı The Handmaid’s Tale…’ demesiyle benim bütün çakralarım açıldı ve işin içinde bir de sinema varsa benim kayıtsız kalmam düşünülemezdi. Dizi ödül aldı, o mevzuya sonra değineceğim ama ben diziyi seyretmeden ve hakkında hiç bir kritik okumadan önce kitabı bitirdim. Tarzım bu, genelde kitap önce gelir…
Margaret Atwood kitabın yazarı, kitapta başka bir dünyadan sesleniyor ama bu bir aldatmaca, yanılsamadan ibaret. Ütopik, distopik ya da üstopik ne derseniz deyin yarattığı dünyada aslında içinde yaşadığımız düzeni sorguluyor yazar. Kitap üç aydır sizi görmeyen arkadaşınızın sizi görünce ‘Bugün metrobüs de çok kalabalıktı işten dönerken.’ demesi ne kadar abes ve damdan düşercesineyse o kadar siz o dünyada yaşıyormuşsunuz gibi başlıyor. O yüzden avans isteyen bir kitap, ona göre muamele edin… Bana kalırsa herkese göre bir kitap da değil. Kendi dünyasına kurmaca bir anti gerçeklikten bakabilenlere göre bir kitap Atwood’unki. Yaratılan dünya sert ve acımasız. Evet, diyeceksiniz bizimki de öyle… Zaten kitabın mottosu ‘Anlatılan bizim hikayemizdir…’ Hikaye bizim sert ve acımasız hikaye doğru, sadece hikayeyi gösteren kalem korkusuz…. Okudukça acı acı kimi zaman da müstehzi müstehzi gülümsediğinizi hissettiğiniz sert bir hikayesi var bu sistem eleştirisinin…. Evet tam anlamıyla bir sistem eleştirisi: İçinde yaşadığımız, var olduğumuz, çoğu zaman lanetlediğimiz sistemi farklı kuralları olan bir üst sistem oluşturarak eleştirme lüksüne sahip bu sistem. Böylelikle bu duruşu, bizim sistemden daha dürüst bir yere taşıyor onu aslında. Her şey ortada, vatandaşın gözü önünde zuhur ediyor. Ediyor etmesine de her sistemde olduğu gibi derin güçler, karanlık bağlantılar, yalan ve riya yine sahnede her zamanki gibi…
Her faşist sistemin uygulayıcılarının yaşama devam etmesi oyunun piyonlarının düşünmemesiyle sağlanır ki bunu da yazar karakterin ağzından tam da şu cümlelerle çok net ve keskin bir tarzda anlatıyor: ‘ …… düşünce de karneye bağlanmalı şimdi. Düşünmeye katlanılamayacak bir çok şey var. Düşünmek şansını zorlayabilir insanın, oysa benim amacım dayanmak.’
Büyük bir özgürlük mücadelesi var romanda tüm karakterler özelinde fakat en önemlisi özgürlük algısının düşündürücü bir şekilde tekrar tanımlanması bana kalırsa: ‘ Bir şeyler yapma ve bir şeylerden sakınma özgürlüğü. Anarşi günlerinde bir şeyler yapma özgürlüğü vardı, şimdi ise sakınma özgürlüğü…’ Size de tanıdık gelmedi mi? ‘Bir fare istediği yere gitmekte özgürdür, labirentin içinde kaldığı sürece…’
Acı acı gülümsemek serbest!!!!
Kişisel gelişim,değişim, zamana ayak uydurma ve oluşma hususunda çok güzel ve okunası satırları bulunan romanda bana göre bu mevzuda en vurucu ve düşündürücü cümle: ‘Aldırmamak cehaletle aynı şey değildir; üstüne çalışmak gerekir.’
‘Küçük rahatsızlıklar eğiticidir.’
Benim vurulduğum tekrar tekrar okuduğum, üzerine düşündüğüm en değerli cümle bu ki yazar ben olsaydım kitabın mottosu olarak bile kullanabilirdim; şöyle ki : Hiç birimiz hissettiğimiz küçük rahatsızlıkları pek ciddiye almayız.Ama farkında olmadığımız bir geri bildirim gönderir beynimize bu küçük, önemsiz gibi görünen değişiklikler. Küçük ve önemsiz bir iz düşümü olduğu için bunları kabul etmek çok kolaydır.
Faşizm hep böyle başlamadı mı?
İki farklı toplumda da kadın olmak ile ilgili çok değerli tespitlerde bulunan Atwood bu olgunun olması gerekenlerini çok naif ve derin ifade ederek, kadının gücünü acısından aldığının altını çizmiştir: ‘Acı insanda iz bırakır ama görülmeyecek kadar derinde. Gözden ırak olan gönülden de ıraktır.
‘Ne kadar ileriye gidebilir insanoğlu?’ diye düşünmeden edemiyorsunuz romanı okurken sık sık, fakat yazar da aynı düşüncelere gark olmuş olmalı ki bu sorunuzun da cevabını hemen veriyor: ‘ sorun boğulmadan yutabilmekte …’ diye başlayan içsel sorgulamada Tanrıya ‘Cennet için sana ihtiyacımız var. Cehennemi kendi başımıza da yapabiliyoruz. ‘ diyerek aslında ne kadar çirkin yaratıklar olabileceğimizin üstüne basıyor çok naif bir vurguyla.
AŞK?
Tümüyle gözardı edilen bu mevzu romanda; belki de tüm sıkıntı buradan kaynaklanıyordur. Siz karar verin….
Yaşam, insan olabilmek, insan kalabilmek üzerine çok muhteşem bir eleştiri The Handmaid’s Tale…
Okuyun mutlaka….
‘Daha iyi asla herkes için daha iyi demek değildir. Kimileri için daha kötü demektir.’
ANLADIĞIN KADAR ÖZGÜRSÜN…
P.S. Romanın dizi hali, senaryosu bu yazının içeriği değildir. Başka bir yazıda da onu irdeleyeceğim….
SİL, BAŞTAN
October 9, 2017
Neden mi yazmadım?
Acaba yazmadım mı yazamadım mı?
Yazılamayacak kadar ağır mıydı? Yoksa hafif miydi?
Baktığınız yere göre değişir de ben de çok düşündüm neden yazmadığımı bunca zaman…
Değişik cevaplar verdim hep ama en sık verdiğim cevap yazılamayacak kadar ağır olmasıydı yaşananların ya da başka bir değişle biraz hazmetmek gerekiyordu yaşananları. Hazım süreci için kenara çekildiğinizde daha süreç devam ederken başka bir durumla karşı karşıya kalmanız da elinizin klavyeye gidecek enerjisinin kalmamasına etken oluyor muydu yoksa? Çünkü yazmak büyük enerji isteyen bir etkinliktir ister inanın ister inanmayın…. Düşünceler toplanacak, uygun kelimeler zihinde canlanacak ve zamanınız olacak, bu arada isteyeceksiniz kelimelerle oyun oynamayı. Bu gerek şartlar yerine gelmezse ve hayat üzerinize fazla geldiyse benim gibi çok sevdiği hobisinden insan senelerce ayrı kalabiliyormuş. Anlaşılan konu çoktu da ilham zar zor uğruyordu çünkü ağır bir yorgunluk vardı. Gönül yorgunluğuna bir de okul idareciliği yorgunluğu ve mesaisi de eklenince iyice koptum klavyenin şu sesinden…. Bunca zaman yaşadıklarımdan, tecrübelerimden çok sonuç çıkardım. Bu yazımda neler öğrendiğimin özetini geçeyim mi? Diler misiniz? Hem de şöyle kolay anlaşılanından olsun madde madde geçelim. Öyle kişisel gelişim kitaplarındaki gibi ağdalamayalım. Basit ve öz:
_ Mutluluk gerçekten yaşamak için önemlidir.
_ Mutluluk öyle doğum günü hediyesi olmayabilir kimi zaman onun için uğraşmalısın.
_ Sevgi içi boş bir kavram değildir ve yaşamın anahtarıdır.
_ Önemli olan gerçekten hayattan ne istediğindir.
_ Dua ve niyet hayatını şekillendirir.
_ Sabır edip edemediğin sürekli denetleniyor. Gösterdiğin sabır hayatını şekillendiriyor.
_ Aile her şeyden üstündür.
_ Oyundan hemen ayrılma, işler kötü olabilir; oyun senin unutma….
_ Yaptığın işi sevmiyorsun, unutma kimse sevmiyor.
_ Şükredebilmek çok büyük bir rahatlama hayatının her alanında.
_ İyiler eninde sonunda kazanır.
_ Ben gerçekten iyi bir insanım.
_ Sanırız ki kötüye bir şey olmaz da, o işin aslı öyle değil, iyi olmak , olabilmek çok zor değil aslında zor olan yaşadığın her şeye rağmen onca kötü olaya rağmen iyi kalabilmek… Bütün mesele bu….
_ Mucizeler gerçekleşir…
_ En ağır ceza da ödül de gerçektir.
_ Bazı gerçekleri kuma yazın….
_ Her şey çok güzel olacak, bir gün olacak; bekle….
_ Ölüm büyük bir gerçektir. Ve hemen yanındadır….
Okumadıysanız şiddetle tavsiye ederim Flora R. Schreiber’in romanı Sybil de şöyle der: ‘Sadakat, adalet ,gurur ve kardeş sevgisi… Bu nitelikler sevgimizi ve anılarımızı dile getirecek levhalara kazınır. Kardeşlerimizin, sevdiklerimizin hatalarını ise kuma yazarız.’
İSTEDİĞİN KADAR ÖZGÜRSÜN!!!!