KABAK TATLISI
February 23, 2018
Hayat çok uzun bir serüven ve mutlaka hepimizin serüveni de özel tabi ki. Bu herkesin kendine has serüveninde hep mihenk taşları var illaki. Bir tatil anısı, yapılan bir davette başına gelenler, yılbaşı kutlamasının komik yüzleri, karne günleri, kolunu kırdığı an, hastaneye yattığın gün, ailecek seyredilen bir film….
Bir kokunun, bir resmin, bir rengin, birinin isminin, bir tabak yemeğin sizi her zaman o anlara götürmesi de aslında o anlarını bizim için paha biçilmez değerleriyle doğrudan ilişkili. Bizde nerede kodlanmışsa o anımız tetikleyici ile su yüzüne çıkıverir, şöyle manidar bir dudak üstü gülümsemeyle kimi zaman tatlı kimi zamansa acı….
Bende de çok bu tetikleyicilerden. Bu yaşıma kadar dolu dolu yaşamamdan mıdır nedir, çok fazla kodum var böyle: koku, tat, resim, kitap, film, yemek, tatlı…
Kabak tatlısı….
Bugün yerken yine aynı sesler geldi kulağıma, aynı azarları işittim, aynı yüzlere baktım. Ha bu arada, sizi görmek güzeldi…
Ve çok eskiden yazdığım aynı konulu ve kabak tatlısı kokulu yazımı buldum arşivimden ve buraya iliştireyim istedim….
”Kabak tatlısı benim en çok sevdiğim tatlıdır. Evet yapımı kolaydır, doğru… Ama benim hayatımın en komik ve korkunç anısının başrol oyuncusudur. Babam eve kocaman bir tatlı kabağı ile geldi bir akşam. Yemekten sonra dünyanın en önemli işini yapan ustalar gibi seremoniyle sofra bezini yaydı kabağı kesti biçti doğradı, tencereye dizdi. Yaptığı işi övmesini pek severdi rahmetli. Bütün prosesi izledim , püf noktalarını öğretti… Şekere yatırdı ve bana sabaha kadar beklemesi gerektiğini sabah da kendi meyanesiyle pişirileceğini söyledi…. Ve işte film burada başlıyor: Bu görevi bana verdi… Ben sabah kahvaltıdan sonra tencereyi ocağa koydum. Kaynadı altını kıstım ve sonra masama gittim ders çalışmaya…. Herhalde ortaokul talebesiyim….( Bu arada bütün 35 yaş üstü geçkinler gibi talebe kelimesini kullanmışım.) Sonra bir koku geldi burnuma…. Aşağı kat komşumuz, şimdi rahmetli, Ünzile Teyzenin yemeği yaktığını düşünerek ve bir araba da laf ederek camı açtım. Ama zerre aklıma gelmiyor bizim tatlı… Uzun bir süre sonra, bir ara nefes almadığımı hissettim. O ara işte kabağı hatırladığım andı…. Beynime oksijen gitmeyince ocaktaki tatlı geldi aklıma. Hızlıca mutfağa koştum. Ateşi kapattım tencerenin kapağını açtım…. Ve bir karalık…. Koştum telefona.Rahmetli babaannemi aradım… Tek dediğim ‘ Babaanne çabuk gel!’….
Geldi. Tencereye baktı bana baktı o tencerenin artık kullanılamayacağını söylediğinde bittim. Çünkü potaya Münevver de girmişti. Annem olur. Ve tencerenin hesabı benim için biraz zor olacaktı… Ben de en hafif zararla bu olayı atlatabilmek adına babam alışsın duruma akşama kadar diye 87105 ‘i arayarak babama kabak tatlısını yaktığımı akşama yiyemeyeceğimizi anlattım…. Çok zekice bir hareketti…. Tabi her şeyin bir bedeli vardır. Bazen de kulaklarınız öder hesabı; Babam bana ‘Aferin geri-zekalı kızım ‘dedi…. Ama ben artık kabak tatlısı yapmayı öğrenmiştim…. Ve o gün bu gün çok iyi yaparım. Nereden mi çıktı bütün bunlar? Pazara çıktım ve kabak aldım…. Şekere yatırdım… Ne zaman yapsam ne zaman yesem bu anım ve Babam gelir aklıma…. Cenazesine giderken de İkbal’de durup kabak tatlısı yemek isteyişim bundandır….. Benim için kabak tatlısı Mustafa Pehlivan demektir….” 19 EKİM 2010
Velhasıl durum bu… Ne demiş Cemal Süreya ‘Kadın güzel/ Güzel anılar gibi güzel’…
Güzel kokan nice tatlı anılara….
Anladığın kadar özgürsün…..
GRİ
February 21, 2018
Dua çok önemli bir ayrıntı hayatımızda kanımca. Yalnız ana dilimizde ne dediğimizi gerçekten anlayarak kalben yaptığımız dualardan bahsediyorum özellikle ki öncelikle ne dilediğimizi Tanrıdan bizim iyi idrak etmemiz gerek şart bence… Bunların içinde çok derinleri çok anlamlı olanları illa ki var da ben en çok ” Allah iyi insanlarla karşılaştırsın.” Duasını severim… Çok sık da ederim. Hayatımda iyi insanlarla karşılaştığım için de hep şükrederim….
Evet….
Son zamanlarda bu iyi insanlar azaldılar. Bana, bize, hepimize göre bir çocuğa sapkınlık yapan birisi iyi bir insan olamaz. Biliyoruz, biliyoruz da büyük bir yanlışlık var bir yerde. Nerede mi? Bana kalırsa çocuk yetiştirme ve aile olma olgusunda büyük bir çarpıklaşma var. Var da? Düzelir mi? Çok zor, çünkü insanları değiştirmek gerek, eğiterek. Ben bi öğretmen olarak net konuşuyorum eğitim artık öyle görevler yerine getiremez bu ülkede. Burada hemen eleştirebilirsiniz beni, ama az sorun soruşturun özgür çalışan ve konuşan kalmış mı eğitim camiasında?
Değer yargılarımız gözden geçirilmeli. Her konuda olduğu gibi ahlak konusunda da….
Neden tuvalet kelimesini kullanmakta imtina ediyoruz; yerine çok kibar olan “lavabo” kelimesini kullanıyoruz ? Çok ahlaklıyız!!!
Ama lavaboya götürüp bir çocuğu cinsel olarak kullanmaya kalkıyoruz. Ama tuvalet kelimesini kullanmıyoruz, çok ahlaklıyız….
Hayır….
Sadece çok büyük riyakarız. Ne yaptığını hiç düşünmeyen, hiç sorgulamayan, vicdan yoksunu, ağzı bozuk, kalbi kötü, eğitimsiz, eğitilemez, kötü insanlarız biz….
Bunun başka bi açıklaması olamaz….
Bunun bi açıklaması olamaz…
Ben yapamıyorum, açıklayamıyorum; ne kendime, ne de çocuklarıma….
Benim babası tarafından iğfal edilen öğrencim oldu. Annesi kendi şikayet etmişti sözde kocasını. Aslan gibi kadındı ve kurtardı kızlarını…
İşte böyle olmalıyız, çocuklarımıza inanacağız, bu konuda onları biz eğiteceğiz…. Ama önce büyükler: şu her çocuğu öpmeyi bırakın, şeker verecek git amcaya saçmalıklarını bırakın, otobüste dolmuşta yabancının kucağına oturtmayın çocuklarınızı, erkek çocuklarına sünnet düğünü yapmayı falan bırakın, çocuk cinsel organını matah bi şey sanıyor; dolayısıyla erkekliği ve erkeğin yapabileceklerini de….
İdam?
Suçu sabit görünenler bundan böyle idam edilsin mi?
Hukuk siyah ya da beyaz değil. Aslında fazlasıyla gri bir platform. Zamanın birinde okula gelen bir müfettiş, toplantı yapıp sormuştu, “evladınıza tecavüz etse biri, Allah korusun, ne yaparsınız?” Diye. Ben en ön sıradaydım, huyum kurusun, atladım hemen “öldürürdüm” diye. O da sordu: ya tecavüz eden senin evladın olsaydı….
Çok zor….
Biliyorum düşünmesi bile çok zor!!!!
İdam çok tartışılması gereken başka bi boyut. Burda tek söyleyebileceğimiz “sınanmadığımız acılar üzerine konuşmak çok kolay”…
Hayat gri, siyah ya da beyaz değil….
Allah iyilerle karşılaştırsın hepinizi ve sevdiklerinizi…
2018
December 29, 2017
1999 yılını hatırlıyor musunuz? Milenyuma giriyorduk, çok heyecanlıydık… Yeni bir yüzyıl başlıyordu; ki 2000 yılında kaç yaşımızda olacağımızı, evli ve çocuklu olup olmayacağımızı, nerede yaşıyor olacağımızı daha önce doksanlarda hepimiz tahayyül ettiydik… Yalan mı? Var mı yaştaş olup da o planları yaptığımızı hatırlamayan?
Planlar tuttu mu tutmadı bilmem ama 21. Yüzyıl büyük bir hızla ilerlemiş ve 17 senesi geride kalmış bile…. Götüreceklerini götürmüş, alacaklarını almış ve katacaklarını katmış. İşi bitmiş ve gidiyor 17. sene de…
Geçen yılın güzel olması hususunda daha önceki yılbaşı yazılarımda da değinmiştim; yılı bağlayan bi durum yok aslında. Size o yıl kısmet olanlar duruşumuzu hep değiştirir. 2017 benim için çok güzel bir yıldı. Çünkü bir evlat sahibi oldum…. Ne diyebilirim ki?
Çok şükür!!!!Hem de çok….
Ama Türkiye için Dünya için iyi bir yıl olmayabilir. Daha iyileri çıkar inşallah ne diyeyim… İyisi kötüsü yok aslında hiç bir yılın, biz kategorileştiriyoruz yıllarımızı bizde bıraktıkları izlere göre… Yakınını kaybetmiş bir insan için iyi bir yıl olmazken benim için güzel bir yol olabiliyor. Sonraki yıllarda roller değişebiliyor. Yani yaşam da sırayla işte!!!!
Ben karakter icabı severim yeniyi….
Yeni hep bir başlangıçtır. Ağzında sevdiğin bir yemeği yedikten sonra kalan son tat gibi hoş ve aranılası bir iz bırakır hayatımızda. Yeni ayakkabı giymeyi sevmeyen, yeni defteri açıp sayfalarında parmaklarını gezdirmeyen, yeni kitabı açıp koklamayan, yeni elbiseyi giyince kendini güzel hissetmeyen, yeni ayakkabının topuk sesini dinlemeyen, yeni fincanda kahve içerken dönüp dönüp fincana bakmayan var mı ki aramızda????
Yeni çoğaltır insanı.
Yeni insanlar, yeni sesler birleştirir ruhunun yaralarını…
O yüzden her yeni kutlanır tıpkı yılbaşı gibi…
2017 de isminde “yeni” geçen kızımız Nevra ile yenilendik, hayatımızın yeni bölümüne başladık biz….
Siz neler yaşadınız bilmiyorum ama hepsi yeni bir tecrübeydi en azından… Tabi bekara karı boşaması kolay… Tecrübeymiş, ukala dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız…. Yerden göğe kadar. Kiminin kıçında ayı bağırdı bu yıl; kimi bir eli yağda, diğer balda geçirdi yılı…
Şimdilerde eski simli kartları adreslerimize gönderen kalmadı. Mesajlar falan aldı yerini soğuk soğuk… Ne güzeldi onlar!!!! Simlileri ışıl ışıl, yazısı güzel olan aile ferdi halaya, dayıya yazardı. Bizim evde bendim o… Her zamanın ayrı güzellikleri var, ben nerde o eski yılbaşılar diyenlerden değilim, asla olmadım… Her çağ yaşanılan ile güzel… Bundan bilmem kaç sene sonra da ne güzel mesaj atıyorduk birbirimize deme ihtimalimiz çok yüksek….🤫🤫🤫Babamın öğrenciyken bana gönderdiği yılbaşı kartı ne güzelmiş. Hala duruyor; şu herkesin vardır ya eski duyguları hapsettiği kırmızı kutu, orada yıllardır. Her yıl bi açılır bu eski, dağınık kutu… Okunur mektuplar, notlar, kimi zaman gözyaşı ile kimi zaman gülümseme ile… Her yıl başı bakarım bu karta; en çok güldüğüm kısmı da ” …. ve eşi” yazan bölümü. Komik ve yaramaz adamdın. Güzel insan, senin de yeni yılını kutlarız!!!An, anda güzel…2018 den neler bekliyorum?Aslında doğrusu 2018’de kendimden neler bekliyorum?2018 dolunayla başlayan güzel bir yıl fakat dolunayın yeni aya geçmesini bekleyin derim bir şeylere başlamak için… Bir on beş gün kadar…Beklemiyorum hiç bir şey!!!!Mutluluk ve sağlık diliyorum kendime, evlatlarıma, eşime, sevdiklerime….Klasik evet biliyorum da aslında yaşam da klasik… Düz, sade, karmaşık değil… Biz karıştırıyoruz ortalığı çokça…Doğum ile ölüm arasında hayatta kalma mücadelesidir yaşam. Her şeyin hayırlısıyla hayırlısının olduğu bir yıl diliyorum…Ve ülkem için…Zor, çok zor…Ama yeni pozitif bir dönem diliyorum…En önemlisi hepimize akıl sağlığı diliyorum…2018’de sevdiklerimiz yanımızda kalsın inşallah…Sev, şükret, affet!!!
KÜÇÜK RAHATSIZLIKLAR EĞİTİCİDİR
October 18, 2017
Hayatınızda bir rutininiz elbetteki vardır. Benim de vardı herkes gibi, her gün duyduğum endişeler, cevapladığım sorular, işim icabı yetiştirmem gereken evraklar, düzenlemem veya katılmam gereken toplantılar, görüşmem gereken öğretmenler, veliler…. Bu rutin uzar gider de; bu arada ufak bir ayrıntı vereyim benim öğretmenlik ve idarecilik yaptığım bölgede okuldaki iş hayatı pek öyle bildiğiniz rutinlere benzemez. O gün payınıza gazeteci mi, emniyetten bir görevli mi, hırsız mı artık hangisi denk gelirse… Böyle bir yaşamım varken Nevra’nın hayatımıza katılmasıyla rutinim süt sağmak, mama hazırlamak, kakasını kontrol etmek, internetten alışveriş yapmak, onunla tekrar büyümek halini aldı… Makine doldur makine boşalt mevzusuna hiç girmiyorum. Neyse ek gıda sorunsalı ile birlikte organik tarım, organik tavuk, organik yumurta, gaz sancısı, yoğurt mayalama işine kadar evrilen hayat rutinimde kahve en büyük lüksümken artık kitap okuma ve yazı yazma gücünü nihayet bulmak için elimden geleni yaptığım bir süreçte hayatımdaki sağlam kitap okuma kurtlarından biri olan kardeşim vasıtasıyla bir kitap çıktı karşıma: ‘Abla, yeni bir dizi var; kitap uyarlaması; ben okudum. Diziyi merak ediyorum adı The Handmaid’s Tale…’ demesiyle benim bütün çakralarım açıldı ve işin içinde bir de sinema varsa benim kayıtsız kalmam düşünülemezdi. Dizi ödül aldı, o mevzuya sonra değineceğim ama ben diziyi seyretmeden ve hakkında hiç bir kritik okumadan önce kitabı bitirdim. Tarzım bu, genelde kitap önce gelir…
Margaret Atwood kitabın yazarı, kitapta başka bir dünyadan sesleniyor ama bu bir aldatmaca, yanılsamadan ibaret. Ütopik, distopik ya da üstopik ne derseniz deyin yarattığı dünyada aslında içinde yaşadığımız düzeni sorguluyor yazar. Kitap üç aydır sizi görmeyen arkadaşınızın sizi görünce ‘Bugün metrobüs de çok kalabalıktı işten dönerken.’ demesi ne kadar abes ve damdan düşercesineyse o kadar siz o dünyada yaşıyormuşsunuz gibi başlıyor. O yüzden avans isteyen bir kitap, ona göre muamele edin… Bana kalırsa herkese göre bir kitap da değil. Kendi dünyasına kurmaca bir anti gerçeklikten bakabilenlere göre bir kitap Atwood’unki. Yaratılan dünya sert ve acımasız. Evet, diyeceksiniz bizimki de öyle… Zaten kitabın mottosu ‘Anlatılan bizim hikayemizdir…’ Hikaye bizim sert ve acımasız hikaye doğru, sadece hikayeyi gösteren kalem korkusuz…. Okudukça acı acı kimi zaman da müstehzi müstehzi gülümsediğinizi hissettiğiniz sert bir hikayesi var bu sistem eleştirisinin…. Evet tam anlamıyla bir sistem eleştirisi: İçinde yaşadığımız, var olduğumuz, çoğu zaman lanetlediğimiz sistemi farklı kuralları olan bir üst sistem oluşturarak eleştirme lüksüne sahip bu sistem. Böylelikle bu duruşu, bizim sistemden daha dürüst bir yere taşıyor onu aslında. Her şey ortada, vatandaşın gözü önünde zuhur ediyor. Ediyor etmesine de her sistemde olduğu gibi derin güçler, karanlık bağlantılar, yalan ve riya yine sahnede her zamanki gibi…
Her faşist sistemin uygulayıcılarının yaşama devam etmesi oyunun piyonlarının düşünmemesiyle sağlanır ki bunu da yazar karakterin ağzından tam da şu cümlelerle çok net ve keskin bir tarzda anlatıyor: ‘ …… düşünce de karneye bağlanmalı şimdi. Düşünmeye katlanılamayacak bir çok şey var. Düşünmek şansını zorlayabilir insanın, oysa benim amacım dayanmak.’
Büyük bir özgürlük mücadelesi var romanda tüm karakterler özelinde fakat en önemlisi özgürlük algısının düşündürücü bir şekilde tekrar tanımlanması bana kalırsa: ‘ Bir şeyler yapma ve bir şeylerden sakınma özgürlüğü. Anarşi günlerinde bir şeyler yapma özgürlüğü vardı, şimdi ise sakınma özgürlüğü…’ Size de tanıdık gelmedi mi? ‘Bir fare istediği yere gitmekte özgürdür, labirentin içinde kaldığı sürece…’
Acı acı gülümsemek serbest!!!!
Kişisel gelişim,değişim, zamana ayak uydurma ve oluşma hususunda çok güzel ve okunası satırları bulunan romanda bana göre bu mevzuda en vurucu ve düşündürücü cümle: ‘Aldırmamak cehaletle aynı şey değildir; üstüne çalışmak gerekir.’
‘Küçük rahatsızlıklar eğiticidir.’
Benim vurulduğum tekrar tekrar okuduğum, üzerine düşündüğüm en değerli cümle bu ki yazar ben olsaydım kitabın mottosu olarak bile kullanabilirdim; şöyle ki : Hiç birimiz hissettiğimiz küçük rahatsızlıkları pek ciddiye almayız.Ama farkında olmadığımız bir geri bildirim gönderir beynimize bu küçük, önemsiz gibi görünen değişiklikler. Küçük ve önemsiz bir iz düşümü olduğu için bunları kabul etmek çok kolaydır.
Faşizm hep böyle başlamadı mı?
İki farklı toplumda da kadın olmak ile ilgili çok değerli tespitlerde bulunan Atwood bu olgunun olması gerekenlerini çok naif ve derin ifade ederek, kadının gücünü acısından aldığının altını çizmiştir: ‘Acı insanda iz bırakır ama görülmeyecek kadar derinde. Gözden ırak olan gönülden de ıraktır.
‘Ne kadar ileriye gidebilir insanoğlu?’ diye düşünmeden edemiyorsunuz romanı okurken sık sık, fakat yazar da aynı düşüncelere gark olmuş olmalı ki bu sorunuzun da cevabını hemen veriyor: ‘ sorun boğulmadan yutabilmekte …’ diye başlayan içsel sorgulamada Tanrıya ‘Cennet için sana ihtiyacımız var. Cehennemi kendi başımıza da yapabiliyoruz. ‘ diyerek aslında ne kadar çirkin yaratıklar olabileceğimizin üstüne basıyor çok naif bir vurguyla.
AŞK?
Tümüyle gözardı edilen bu mevzu romanda; belki de tüm sıkıntı buradan kaynaklanıyordur. Siz karar verin….
Yaşam, insan olabilmek, insan kalabilmek üzerine çok muhteşem bir eleştiri The Handmaid’s Tale…
Okuyun mutlaka….
‘Daha iyi asla herkes için daha iyi demek değildir. Kimileri için daha kötü demektir.’
ANLADIĞIN KADAR ÖZGÜRSÜN…
P.S. Romanın dizi hali, senaryosu bu yazının içeriği değildir. Başka bir yazıda da onu irdeleyeceğim….
SİL, BAŞTAN
October 9, 2017
Neden mi yazmadım?
Acaba yazmadım mı yazamadım mı?
Yazılamayacak kadar ağır mıydı? Yoksa hafif miydi?
Baktığınız yere göre değişir de ben de çok düşündüm neden yazmadığımı bunca zaman…
Değişik cevaplar verdim hep ama en sık verdiğim cevap yazılamayacak kadar ağır olmasıydı yaşananların ya da başka bir değişle biraz hazmetmek gerekiyordu yaşananları. Hazım süreci için kenara çekildiğinizde daha süreç devam ederken başka bir durumla karşı karşıya kalmanız da elinizin klavyeye gidecek enerjisinin kalmamasına etken oluyor muydu yoksa? Çünkü yazmak büyük enerji isteyen bir etkinliktir ister inanın ister inanmayın…. Düşünceler toplanacak, uygun kelimeler zihinde canlanacak ve zamanınız olacak, bu arada isteyeceksiniz kelimelerle oyun oynamayı. Bu gerek şartlar yerine gelmezse ve hayat üzerinize fazla geldiyse benim gibi çok sevdiği hobisinden insan senelerce ayrı kalabiliyormuş. Anlaşılan konu çoktu da ilham zar zor uğruyordu çünkü ağır bir yorgunluk vardı. Gönül yorgunluğuna bir de okul idareciliği yorgunluğu ve mesaisi de eklenince iyice koptum klavyenin şu sesinden…. Bunca zaman yaşadıklarımdan, tecrübelerimden çok sonuç çıkardım. Bu yazımda neler öğrendiğimin özetini geçeyim mi? Diler misiniz? Hem de şöyle kolay anlaşılanından olsun madde madde geçelim. Öyle kişisel gelişim kitaplarındaki gibi ağdalamayalım. Basit ve öz:
_ Mutluluk gerçekten yaşamak için önemlidir.
_ Mutluluk öyle doğum günü hediyesi olmayabilir kimi zaman onun için uğraşmalısın.
_ Sevgi içi boş bir kavram değildir ve yaşamın anahtarıdır.
_ Önemli olan gerçekten hayattan ne istediğindir.
_ Dua ve niyet hayatını şekillendirir.
_ Sabır edip edemediğin sürekli denetleniyor. Gösterdiğin sabır hayatını şekillendiriyor.
_ Aile her şeyden üstündür.
_ Oyundan hemen ayrılma, işler kötü olabilir; oyun senin unutma….
_ Yaptığın işi sevmiyorsun, unutma kimse sevmiyor.
_ Şükredebilmek çok büyük bir rahatlama hayatının her alanında.
_ İyiler eninde sonunda kazanır.
_ Ben gerçekten iyi bir insanım.
_ Sanırız ki kötüye bir şey olmaz da, o işin aslı öyle değil, iyi olmak , olabilmek çok zor değil aslında zor olan yaşadığın her şeye rağmen onca kötü olaya rağmen iyi kalabilmek… Bütün mesele bu….
_ Mucizeler gerçekleşir…
_ En ağır ceza da ödül de gerçektir.
_ Bazı gerçekleri kuma yazın….
_ Her şey çok güzel olacak, bir gün olacak; bekle….
_ Ölüm büyük bir gerçektir. Ve hemen yanındadır….
Okumadıysanız şiddetle tavsiye ederim Flora R. Schreiber’in romanı Sybil de şöyle der: ‘Sadakat, adalet ,gurur ve kardeş sevgisi… Bu nitelikler sevgimizi ve anılarımızı dile getirecek levhalara kazınır. Kardeşlerimizin, sevdiklerimizin hatalarını ise kuma yazarız.’
İSTEDİĞİN KADAR ÖZGÜRSÜN!!!!
ÜŞÜYECEKLER
June 7, 2015
Vesikalılar merttir,
Kimseden saklamazlar kendilerini.
Düşünce ve kalp orospularıdır
En tehlikelileri…
Hayat çalarlar. nefes çalarlar.
Üflerler, söndürürler
aşkları, gülüşleri, yüzleri, sevinçleri,
Gelecekleri…
Yalan hayatlarla
Gerçek hayatları yıkarlar…
Saklanırlar bu orospular,
Kendilerinden, hayatlarından
Boş çerçevelerdeki hayali resimlerdir
Yalan gerçekleri…
Aslında yoktur, boştur çerçeveleri…
Orospunun erkeği kadını olmaz.
Gönül orospusudur hayat yıkan…
Üşürler, üşüyecekler
Ömürleri boyunca enselerinde olacak
Parçaladıkları hayatların nefesleri…
O nefesten buz tutmadan
Ölmeyecekler, ölemeyecekler…
04/06/2015
MELİKE PEHLİVAN İŞLER
KURŞUN
August 13, 2014
Hayatı olduğu gibi kabul etmek lazım derler yazarlar. Ediyoruz hadi bakalım, bazen ne kadar zor olsa da en büyük gayretimiz bu yönde zaten her zaman… her gün güneş doğacak biliriz ama öyle ama böyle…. Hegel’in de dediği gibi en sağlam arkadaşımız gölge bile hep güneşli havalarda yanımızdadır. İşte bu yüzden sen kimilerinin hayatına güneş olursan yanındadırlar. Bir gün çehreni karart herkes el olur. Sen durmadan empati yaparsın, öyle demeyeyim, onu sormayayım incinir kırılır yanlış anlar, ruh halini düşürmeyeyim dersin, bir an gelir sen de beklersin bana dönsün, benim ayakkabılarımı giysin…. Ama nafile, senin hayatının bütün kodları ve şifreleri açıktır, ortadadır. Kazara sen karanlığından çıkmak için bir ışık beklersen, hatalı, problemli olursun… Ne zaman biteceği sorulur; cevabı gayet basittir ve açıktır. Sen puslu havada da de gölge olabildiğin zaman bitecektir aslında.Konuştuğun zaman sadece dinlediğin zaman değil. Neden mi? İnsanlar konuşmalılar, iletişim kurmalılar, birbirlerinin gözlerine bakmalılar. Güneş olabilmeliler her daim…. Çünkü teklik duygusu insanoğlu için rahatsızlık verici, sen bütün kod ve şifrelerini açık ediyorsan ve o Pandora’ nın kutusunu oynuyorsa, kutuyu sen açmaya kalkıyorsun zihninde, işte o zaman kutudan çıkma ihtimali olan da olmayan da geliyor zihnine…. bu durum var ya en iyi Grange’ın deyimiyle kıçında bir kurşun…
Bu yüzden de sıkılıkla incinen, düşünen, kendi içinde savaş veren ama hissettirmeyen her zaman sensindir. hem onun savaşını verirsin, onun gibi düşünüp; hem de kendininkini…. Bu yük biraz paylaşılsa ne kadar hoş olur aslında… Paylaşmayan yalnızlık insanın içinde öfke enerjisi birikmesinden başka bir boka yaramıyor. Yaşama, yaşamamaya, olana, olmayana her şeye öfke…. Sonunda da o öfke kendine, yalnızlığına çeviriyor oklarını…. Soruyorsun neden sadece ben düşünüyor, neden sadece ben soruyorum…. Neden benim kartlarım açık???? Çok zor öfkelenen de öfkelenilen de sensin…. Tıpkı koca bir dağa çarpıp geri gelen senin öz çığlığın gibi…..
ANLADIĞIN KADAR ÖZGÜRSÜN!!!!
Güle güle…
December 31, 2013
http://http://www.youtube.com/watch?v=_3ZGTlt-DDs
Hadi git hayırlısıyla 2013. Geldiğin zamanı hatırlıyorum, neler beklemiştim senden. Olmadı, hadi hakkını yemeyeyim hepsi olmadı da beklemediklerimle karşılaştırdın beni. Yerine koydum zannettiğim parçalarını oynattın yerinden benim yap bozun. Biri, ikisi kalkınca parçaların yap boz dağıldı. Dedim tekrar yaparım ben yap bozu. Adı üstünde yap boz; evdeki hesap çarşıya uymadı. Olmadı da olmadı… Başarısızlık oturdu boğazıma, yutamadım; büyüdükçe büyüdü… Büyüdükçe yayıldı ve hasta etmeye yetti. Çıplaklık, yalnızlık, kimsesizlik geldi beraberinde yapışkan, yalaka, lüzumsuz arkadaşlar gibi gitmesi gerektiğini anlamayan. Seninle ilişkimiz bir kayıp zannı vakası ile başlamıştı; bir çok şey kaybedilerek bitti. Umudumu, inancımı, iyi niyet gözlüklerimi, sevecenliğimi, heyecanımı, sıcak duygularımın çoğunu yitirmemle sona eriyor. Sen ister depresyon de, ister mutsuzluk de; ne dersen de. eğer bir adı varsa; benim yap bozum bozuldu ve tekrar düzelmiyor. Bazen öyle anlar oluyor ki hiç düzelmeyecek ben onun bu bozuk, kırık dökük haline alışacağım gibi geliyor. Ayak diriyorum alışmamak için ama olmuyor. Çok kuvvetli bir baskı yaptın bana be 2013…
Kendimi hiç bu kadar ezik, mutsuz, çaresiz, kırılgan, beter hissetmemiştim sen gelene kadar. Ezdin beni, ezilmeme müsade ettin. Suçladın beni, aklamadın, aklanmama izin vermedin. Kapattın beni bir kutuya, kilitledin; anahtarı da denize falan mı attın? Kim bilir? Belki de anahtar falan da yok. İşte o zaman kötü; sen yine gidiyorsun mazi olacaksın… Ya bıraktıkların, bende attığın çentikler; bir gün onlar da mazi olacak mı? Olursa haber ederim…
Nankör de olmayayım çok; senin iyi geldiğin anlar, saatler, günler de olmuştur tabi…Ama bu sefer bardakta çok az su var, pek kaydedeğer değil inan bana… Öyle susuzluk giderecek türden değil. Yine de senin döneminde sokaklarda ölen gençlerin annelerinden daha şanslıyım, gözü çıkan, sakat kalan gençlerden, açlıktan ölen çocuğun annesinden, çocuğunun babası hırsız olan kadıncağızlardan (!) daha şanslıyım biliyorum…
”Kıçımdaki mermi” tabiri senin için cuk oturuyor be 2013, alınmaca yok. Herkesin kıçına durdun sanki… Bana ayrı, ona ayrı… Herkes seni bir değişik anacak bu gece kocaman sofralarda, yeni gelenden umut ederek senin veremediklerini. Ne diyeyim ümit işkenceyi uzatırmış; 3 ‘tü 4 olur ne fark eder;?… İnsan alışıyor kırılmaya, kaybolmaya umutla, ümitle eziyetini uzatmak için….
SEVGİYLE….
2014’E ŞİMDİLİK MERHABA….
DÜŞÜNEN SALAK ADAM
January 29, 2013
Yıldızları süpürürsün, farkında olmadan,
Güneş kucağındadır, bilemezsin,
Bir çocuk gözlerine bakar, arkan dönüktür,
Ciğerinde kuruludur orkestra duymazsın.
Koca bir sevdadır yaşamakta olduğun, anlamazsın.
Uçar gider, koşsan da tutamazsın….
WILLIAM SHAKESPEARE
Elin oğlu boşa dememiş ” Ignorance is bliss.” diye; gerçekten öyle. Az bilmek hatta bilmemek hayatta sahip olacağın en büyük mutluluktur. Bilmeyen adam zaten düşünmeyen adamdır, hayattan ve çevresindeki insanlardan öyle aman aman bir şeyler beklemez. Kırılgan değildir, insanların sözlerini ve davranışlarını okumaya, anlamlandırmaya çalışmaz. Ne duyduysa onu doğru kabul eder ve arkasını aramaz. Böyle dedi ama gerçekten bunu mu demek istedi; yoksa aba altından sopa mı gösterdi gibi kaygıları hiç olmaz….. Vuku bulanın neden olduğuna dair asla kafa yormaz; ya da olmasaydı daha mı iyi veyahut kötü olurdu gibi fazladan mesai yapmaz…. Düz bir adamdır o; bilmez, düşünmez, sorgulamaz ve ilginç bir şekilde mutludur bu adam….
Tam tersi olması gerekirken hayat düşüneni ödüllendirecekken onu duvardan duvara hırpalar. Nedendi niyeydi derken bir bakmışsınız tek başınıza ve mutsuzsunuz. Halbuki her şey daha iyi olsundu tek gayeniz. Olmadı…. Bu arada kaçırdığınız; her şey tam ve mükemmel olsun, kimse üzülmesin, ben kimseyi üzmeyeyim derken bu hengamede kaçırdığınız bir yığın şans ve mutluluk fırsatları da olabilir elinizden kayıp giden. Sonra bir de onları neden ve nasıl kaybettiğinizi anlayınca da bir sıkıntı oturur yüreğinize….. İşte bu böyle devam eden bir kör dövüş….. Dayağı da kendiniz atıyorsunuz, ama dayağı yiyen de sizsiniz: Bir nevi Fight Club sendromu….
Bu salak, düşünen adam bir gün farkeder ki doğru dürüst kavga bile edemiyor; söylemeyi planladıkları hep boğazında düğümlenip kalıyor. Hep geceleri yalnızken geliyor aklına söylenilmesi gerekenler; o gün tartışmada boğazını düğümleyen, bildiği ama söylemeyi kendine zul addettiği gerçekler bir bir geçiyor konuşma baloncuklarının içinde…. Biliyor gerçekleri, haklı da; onu da çok iyi biliyor. Ama hep aynı saçma zımbırtı bahane:
”Bir hukuğumuz var; ne ayıp; o düşünecek !!!! Niye hep ben düşünüyorum? Neden ağzına geleni söylüyor? Ben söylemedim…”
İşte burda o içine sıçtığım fikir gelir aklına: bana, ona değer verdiğim kadar değer vermiyor….. Kavga bile edemez bu salak düşünen adam…. Tek kavgası kendisiyledir…. En güzel kendiyle kavga eder….
Sapına kadar ister bencil olabilmeyi ama onu da beceremez. Sürekli düşünüp durduğu ” o ne hisseder, o üzülür, o kızar” gibi gel gitli düşünceler yüzünden bencil de olamaz. Kimi zaman benci olur ama bencil olamaz. Çünkü sadece kendini düşünmek ya da sadece kendini sevmek öğretilmemiştir ona…. Belki de hata burda: Sadece kendini düşünmek öğretilmemiş ona. Ona ayıp olur, buna ayıp olur, o senin bilmem kimin öyle konuşulmaz, her düşündüğünü söylemek yakışmaz diye diye hastalıklı düşünen adamlar yetiştirmiş bizim toplum sağolsun….
Bu salaklar sevgiye de çok anlam yüklerler; bir darbe de hep ordan yerler. Çünkü düşünen salak adam koşulsuz sever; bir şekilde tek karşılık olarak onun sevdiği kadar sevilmek ve düşünülmektir tek arzusu….Neyse işte o da olmaz; bu da olmaz….. EN SONUNDA DER Kİ BEN YALNIZIM VE ÖYLE DE KALACAĞIM….
DÜŞÜNÜYORUM O HALDE YALNIZIM!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!