LEHİNE YAŞAMAK

March 30, 2020

LEHİNE YAŞAMAK
Anantnag, Jammu ve Kashmir
Wojtekstark tarafından 01/06/2019
KAYNAK Instagram

Mart ayının 13. günü idi, okullar için iki hafta zorunlu kapatma kararı alındı. Ekran önünde hallice bir şaşkınlıkla ilk söylediğim ilk şey “o kadar ciddi mi?” idi. Bilirim ki bir eğitimci için okulların resmen kapanması çok fazla anlam yüklüdür. Gerildik haliyle. Üzerine riskli gruplar evinde kalacak dendi. O kapandı, bu askıya alındı. Derken 30 Nisan duyuruldu…. Şu anda da akşam ezanı sonra duası ediliyor camilerden. Kurbanlık gibi hissetmiyor değil insan…. Neyse efendim her açıklama yapan bu süreci sabırla anlattığı için bilmeyenimiz yoktur sanırım, tekrara düşmeyelim….. Herkes evde olmaya çalışıyor. Bir de dışarıda çalışmak zorunda olanlar, sağlık çalışanları, kargo çalışanları, işçiler, şoförler, market çalışanları bir çok çalışanımız var … Tam teşekküllü ve sınırlı yasak olmazsa evde kalamayan insanlarımız büyük psikolojik sıkıntı yaşayacaklar benim kanaatim. İki şeyi düşünmek onları perişan edebilir: Virüs kaptım mı ya da yayıyor muyum? Dikkat ediyor muyum yeterince? ve Benim canım ve varlığım neden değerli değil? Evde kalabilme ve önlem alabilme sınıfsal bir ayrıma sebep olmuştur ve bu beni bir insan olarak şiddetli biçimde derinden yaralamıştır. En usturuplu kelimelerle böyle ifade edeyim bu konuyu…. O insanların “alın atınızı ” moduna gelmemesinin tek nedeni yine ekonomik olarak içinde oldukları açmazdır ve sosyal devlet buna çare olmalıdır. Olmak zorundadır….

Evde olmak nasıl gidiyor?

Sıkıntılı değil mi? İş hiç bitmiyor , eksik hiç bitmiyor değil mi? Sürekli bir doldurup boşaltma hali biteviye sürüyor. Yarının büyülü gücü de hiç eksilmiyor. Kafanızdaki her güzel düşünce bugün olmadı da vaktim yarın olur diye rafa kaldırılıyor mu? Hiç adetiniz değilken kendinizi birden akşam falanca kanaldaki slow motion dizilerimizi seyrederken bulmadınız mı daha “Hep aynı bunlar da diye” hayıflanırken?…. Sürekli çay içiyorsunuz değil mi? Arada böyle de yaşıyormuşum diye düşünmeye başladınız mı? Gardırobunuzu açıp bu kadar giysiye gerek yokmuş hep aynı şeyleri giyebiliyor muşum dediniz mi? Demediyseniz, yakındır…. Sadece aile ve aile bildiklerim yetiyormuş. Fazla insana da lüzum yokmuş dediniz mi? Bir sesini duyayım diye sevdiğiniz biri de aradınız mı tamamdır…. Ev programı size başarıyla yüklenmiştir. Artık iflah olmayacaksınız bilin istedim. Evden ayrılmakta zorlananlarımız da olacaktır bu işler sona erince emin olun…. Evde olmaya başladığımda beni hayrete düşüren gerçeklerden biri de her gün ev insanının çıkardığı çöptür. Siz de fark etmişsinizdir. Her gün hayret edilecek kadar çöp çıkarıyoruz. Plastiği, organiği, kağıdı falan derken dünyanın çöpü çıkıyor. Bu da ne kadar fazla bir tüketim potansiyeline sahip olduğumuzun bir sağlaması aslında. Yap, tüket. Çöp at…. Evi insanının bitmek bilmeyen mesaisi. Twitter’da bir Amerikalı kadın karantinaya girdiğimiz ilk günlerde yazmıştı, inanamıyorum herkes üç öğün evde yemek yiyecek, nasıl baş edeceğim diye… Velhasıl evde işler her zaman fazla fazladır. Beklenmedik bir potansiyeli vardır, tam bir doldur boşalt dünyası….. Her gece işleri bugün de bitirdim ama yine çiçekleri sulamayı unuttum diyerek girersiniz yatağa. Hep bir şey eksiktir. Yarını bekler…. Bu aralar umudumuz eksik giriyoruz yatağa. Yarın umudumuz oluyor her gün… Sona erecek diye avutuyoruz ama gerçekten bitince nasıl eski hayatımıza konsantre olacağız. Çin de bir duvar yazısı sorununun eski hayatımız olduğunu ona dönmememiz gerektiğini söylüyordu, sosyal medyada gördüm. Biz miyiz sorun? Yaşamaya alışık olduğumuz hayatlarımız sonucu doğa intikam mı alıyor? Doğa gerçekten o kadar kindar mı? Bizi kucaklayan nehirler, dağlar, manzaralar, atlar, inekler, maymunlar, yarasalar intikam mı almaya mı karar verdiler? Kötülükten intikamı ne var ne yok eleyelim diye almaya karar verdiler? Sanmıyorum ben doğanın üzerimize yürüdüğünü. Ama bir ders verdiği açık. Eve girdik gireli düşünüyorum ders nedir diye ben kendi çapımda….

Bir tıkla her şeye ulaşıp halledip, hemen tüketirken gözle görülmeyen tanımadığımız bir virüs yüzünden distopik roman kahramanları gibi evlere girip kapattık kapıları, balkonlardan şarkılar söylüyoruz. Kapılarımız kapalı, sosyal mesafemiz hazır. Bir enter ile hallederken yaşamı elimiz böğrümüzde kaldık. Mıh sıçtık, evlerdeyiz. Bir çok şeyi düşünüp şükrediyoruz, bir çok şeye de kahrediyoruz. Koca dünya kendini dinliyor resmen. Topluca terapiye girdik gibi hissediyorum. Aslında neyiz, ne değiliz ortaya çıkacak sonucunda bu sürecin sanki. Yapmakta olduğumuz işler, sorumluluklarımız ne kadar önemli bizim için ya da insanlık için? Gerçekten bulunmadık Hint kumaşı mıyız? Biz olmasak da işler yürür mü? Sosyal devlet olmak bu kadar önemli mi? Gemi batıyor mu? Mahalle yanıyor mu? Hadi bakalım saçlarını kimler tarayacak? Herkes gemide mi? Yine mi ben kaptanım gemide? En acısı yaşam da ölüm de bir sayı olmuş…. Bir eksik bir fazla ölüyoruz, öldürüyoruz….

LEHİNE YAŞAMAK
Uruguay Eski Devlet Başkanı Jose Mujica “PEPE”

Dün akşam Netflix’de Pepe isimli belgeseli izledik ailecek. Uruguay eski devlet başkanı Jose Mujica’nın Emir Custurica yönetmenliğindeki belgeseli ki kendisinin ve arkadaşlarının hapishane yılları A Twelve Year Night isimli filmde çok güzel anlatılmıştır. Yazmıştım buralarda kalemim döndüğünce. Belgeselde efsane sosyalist başkan bir kalıp kullanıyor konuşurken: Hayatın lehine yaşamak… Biz bu lehine yaşamak işinde biraz kantarın topuzunu kaçırıp işi hayattan bağımsız kendi lehimize çevirmekle hata yapmış olabiliriz. Her düzeni kendi lehimize kurmaya çalışmak demek ki hayatın, her zaman lehine olmuyor. Önemli olan tek başına insan değil, insanoğlu…. Yaşamın devamlılığını düşünmek ve hesaba katmak zorundayız….. Şöyle devam ediyor Pepe ” Hayatın lehine yatırımlara ihtiyacı var dünyanın. Büyük miktarda tuzlu suyu Sahra’nın ortasına götürmeliyiz. İklimi değiştirmek, tuzlu suyu buharlaştırmak için…. Kuzey Sibirya’dan eriyen kar suyuyla yeni nehirler oluşturmalıyız. Moğolistan ve Asya’nın kurak kesimlerine içme suyu götürmeliyiz. Rocky dağlarından Meksika’nın kuzeyine akan bir nehir oluşturmalıyız. Tüm insanlığın faydasına olacak binlerce proje var. Pataogonya’yı yerleşilebilir kılmalıyız. Atamaca Çölü’nün iklimini değiştirmeliyiz. En kurak çöl, oraya ağaç dikmeliyiz. İnsan bunu yapabilir para biriktirmek yerine….. Bunun için yine hayatın aleyhine değil lehine olmak lazım” Bence budur çözüm: Hayatın lehine yaşamak sadece insanın değil….

Anladığın kadar özgürsün…..

sağlıcakla kalın…. Evde kalın…..

Russian Doll

March 2, 2019

Saniyede 24 kareyi arka arkaya ekleyerek başlayan hikayemizi anlatma arzusu film, sinema derken televizyona sıçradı hepimizin bildiği gibi. Uzun yıllar film olayının televizyon ayağı çok ciddiye alınmadı belki de…. Tiyatral oyunculuklarla platolarda çekilen diziler işgal etti televizyonları. Ki bugün diziler bu raddeye gelebildiyse gelişmedeki katkıları büyüktür. Film sektöründe de “televizyon filmi” gibi bir tür gelişti derken televizyon dizileri tüm dünyada arttı. Fakat diziler artık hafife alınmayacak, ötelenmeyecek kadar kaliteli sinema diline sahip, inanılmaz çekim ve sinematografi detayları kullanılan şahane kurgulara sahip seyirlikler halini aldı. Büyük oyuncular da birer birer dizilerde boy gösterince ve diziler birtakım platformlarda gösterime sunulunca bu televizyon dizisi işinin rengi iyice değişti.Daha önceki bir yazımda da “dizilerle ilgili yazmak pek adetim değil” diye başlayıp bir Netflix dizisi “Seven Seconds” hakkında yazmıştım. Bugün de yine bir Netflix dizisi “Russian Doll” hakkında yazmak istedim kalemim döndüğünce.

Russian Doll

Russian Doll 3 sezon yapılması planlanan ilk sezonu 8 bölümden oluşan komedi-dram jargonunda bir dizi. Baş rolümüz “Orange is the New Black” ten tanıyıp sevdiğimiz koca saçlı Natasha Lyonne ve Charlie Barnett; yönetmenlerimiz de Lesylye Headlabd and Jamie Babbit… Aslen konu çok tanıdık gibi gözüküyor. Bill Murray ve Annie MacDowell’lı Groundhog Day (Bugün Aslında Dündü) filmini hatırlamayanınız yoktur. Aynı günü sürekli yaşamak zorunda olan ertesi güne uyanamayan hava durumu sunucusu Phil’i…. Tıpkı Phil Nadya da bir zaman döngüsünde sıkışıp kalıyor dizide fakat Nadya’nın gününün sonu klasik değil pek….Russian DollNadya ölemiyor….Ama yaşayamıyor da…..İçinde sıkıştığı döngüden kendini kurtarmak için elinden geleni yapıyor. Yapınca başının belaya girdiği büyük küçük her durumu irdelemeye başlayan Nadya bir nevi kendini sorguluyor. Neden ve nasıl sorularına cevap arıyor. Anti-kahramanımız Nadya’yı ya çok seveceksiniz ya da dayanamayacaksınız, benden söylemesi…. Sanat yönetmenin kurduğu atmosferin başarısı renklerde ve düzende şiddeti bir biçimde göze çarpıyor. Detaylar harika bir kurgu ile tadından yenmez bir seyirliğe dönüşmüş Russian Doll’da.

Meçhul adlı yazımda yıllar önce yazmıştım: “zor olan ölüm değil yaşamdır” diye dizinin tag line’ı bana yazımı hatırlattı. Ölüm tekil iken yaşam çoğuldur…. Nadya da bunu gerçeği anladığında ve önemli olanın sadece kendini ilgilendiren ayrıntılar olmadığı, yaşamın sadece kendi etrafında dönmediğini anladığında ve beraberindekiler için bir şeyler yapabildiğinde ve bu gerçeği kabul ettiğinde döngüyü kırıyor…. Nadya’yı ve bize sunduğu hayatın detaylarının kurgu ile efsanevi birlikteliğini izleyin derim. Hem soruyor hem cevaplıyor Nadya hepimiz adına….

Anladığın kadar özgürsün….

Genelde yazmam pek diziler hakkında. O kadar büyük bir mecra ki alıcının ne seyretmek veya seyretmemek istediği ile ilgili çok büyük bir alan dizi sektörü. Ulusalı, lokali, yerlisi, yabancısı diye başlayan yazı uzar da uzar… Dizi biraz keyif işi, fazla kişisel aslında ama son yıllarda güzel işler çıkmıyor da değil. Baktılar ki millet dizi seyredip duruyor, indiriyor, torrent arıyor, alt yazı indiriyor hatta falancanın alt yazısı çok iyi gibi sohbet konuları oluşuyor hemen dizi platformları türedi… Hemen türemedi aslında epey izledik indirerek biz bu dizileri, ki bazılarını hala izliyoruz… Neyse demem o ki Netflix girdi hayatımıza… Ama öyle mi böyle mi derken hop bir baktım ben de Netflix izliyorum; hoşumuza gitmedi dersek taş oluruz… Her şey hazır sana sadece izlemek kalıyor: Yeni keşiflere yelken açmak…

Bir çok yeni tatlar yakaladım. İngiliz suç dizileri yeni favorim olmaya başladı. Amerikan suç dizilerinden çok daha gerçekçi ve yalın olması beni vuran etmenlerdendi … Her şey gerçek hayatta olması gerektiği gibi ya da olabileceği gibi ve olabileceği kadardı bu dizilerde örneğin Broadchurch… Bir Fransız mini dizi izledim kurgu ve yalınlık beni sarstı La mante… Amerikan suç dizilerindeki her şeyin hemen çözülmesi, bulunması, her durumun hemen açıklığa kavuşması, karakterin olumlu sonuçlar alması, tahmin edilenin gerçek olarak ortaya çıkması, hep bir gizemin olması ve sakız gibi uzaması ve buna benzer bir yığın klişe sayabilirim size.. Eminim ki bu kadar dizi tecrübesi sonrasında siz de sayabilirsiniz… İşte bu tarz düşüncelere gark olmuşken Netflix bana bir dizi önerdi, seyret bunu seversin dedi… Netflix’in böyle seni çok düşünen tarafları falan da var…

İşte böyle tanıştım ‘Seven Seconds’ ile…

How long does it take to bury the truth?

Başladım seyretmeye Netflix’i mi kıracağım…

Bi baktım her şey çok gerçek sanki… Allah Allah bu nasıl bir Amerikan suç dizisi derken çekimleri inceledim epey bi vakit… Tamam mekan Jersey de, polisler, avukatlar hiç öyle her daim tertemiz, janti, afili, moda dergilerinden fırlamış gibi değil… Saçları her daim fönlü, makyajlı, aşırı şık falan da değil…. Ha en önemlisi arabalar hep tertemiz değil, hepsinde de plaka var…. Evet dizi biraz sarsarak başladı beni… Epey de kasvetli bir atmosferi var… Sanki oralara uğramamış gibi Amerikan Dream pek…

How long does it take to bury the truth?Hiç bir gerçek gizlenmeden ırkçılık, siyasi düzenin hukuka olan olan müdahalesi, suçun insan psikolojisi üzerindeki gizleme ve gizlenme yatkınlığı, ani kayıpların psikolojik etkileri, saklama ve kaçma içgüdüsü, seçilen savunma mekanizmalarının hayatımıza etkileri, kraldan fazla kralcılık, aşırı sahiplenme, çocukluk travmaları, ön yargının dayanılmaz önceliği, ve tabi ki adalet kavramlarını öyle inceden değil sarsarak sorgulayan bir dizi… Ya da sorgulatan…

Güzel  bir roman okuma tadında ilerleyen dizi hiç bir durumu öyle üstün körü geçmedi kanımca, vurguladığı anı ve sekansı hep hissedip düşündünüz seyrederken…. Yas insanı neye dönüştürebilir? Yas ne kadar sürerse sağlıklıdır? Adalet herkes için var mıdır? Sağlanabilir mi? Hukuk bağımsız mıdır? Irkçılık karar mekanizmamızı etkiler mi? Ya da ötekileştirme? Bir kaybeden hep mi kaybeder? Sisteme ne kadar direnebiliriz? Sistem mi? Gerçekler mi? Ve sonu da sadece iyi ve kötünün adalet tartısında tartıldığı Seven Seconds’ın bence alışagelmedik de güzel bir sonu var… Güzel mi? Orasını seyredip görüm derim…

Regina King’in performansıyla Emmy ödülü kazandığı Seven Seconds herhalde görüp görebileceğiz en samimi, en iyi, en şaşkın polis memuru kişiliğiyle Michael Mosley’i de seyretme imkanı veriyor. Ben de yapardım yaptıklarını dediğim Fish dizinin sonunda hep gülerek hatırladığım adam oldu… CLaire Hope Ashitey’ e gelecek olursak ki bence karakterinin hakkını çok iyi vermiştir. Bir kaybedenin hayata tutunma çabasını çok güzel resmetmiştir. KJ’e hem kızıyor hem de üzülüyorsunuz dizi boyunca; ha bir de evi var tabi: akıllara zarar…. Ama depresyonda hayatını devam ettirmek zorunda olan bir hukukçuyu çok güzel çizmiştir öyle ki görseniz gel biraz konuşalım deme ihtiyacı duyarsınız….

Bilmiyorum,bilemiyorum. Her şeyin kurgunun bile gerçek hissettirmesini seven bir izleyici olarak çok fazla makyaja tahammülüm yok sinemada, dizide sanırım o yüzden de çok sevdim kirli arabalı Amerikan dizisini. Ha bu arada  söyleyeyim Amerika’da arabalar hep tertemizdi gerçekten ama yine tercihim kirli arabalı diziler demek ki…. O kadar yalan bir dünya ki belki de nefes aldığımız her şeyin gerçeği ya da gerçek hissettiren, gerçek kokanı makbul….

P.S: Yazımın başlığı dizinin tag line dır…

Anladığın kadar özgürsün….

Sinemayla kalın….

Follow by Email
Pinterest
Pinterest
fb-share-icon
Instagram