AĞUSTOS 19, 09:30

August 19, 2011

AĞUSTOS 19, 09:30     Bu gün benim doğumgünüm. Ben bundan 35 sene önce bir perşembe sabahı saat 09:30’da Isparta Devlet Hastanesi’nde dünyaya gelmişim. Kocaman bir 35 sene yaşadım bu acayip dünyada… Akıllısı ile de bizzat benim gibi delisi ile de karşılaştım. Isparta’da başlayan bu hikaye, üniversite hayatıyla birlikte Ankara’da sürmeye devam etti. Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde benim gibi deli ama benden ziyadesiyle zeki bir zaatla tanıştım. Sonra dedim ki  ” Benim eşim olsun iyi olur, ben O’nu seviyorum….” Bu vesileyle Isparta’da güzel bir çocukluk ve dolu dolu okul yıllarıyla, okul birincilikleriyle tamamlanan gençlik yılları 24 Haziran 2002 tarihinde Barış’la evlenerek bir başka boyuta taşındı benim açımdan. Bu aşk evliliği  15 Aralık 2003’te  Zeynep Sermin’in bize katılmasıyla güzel ama fazlasıyla deli dolu çekirdek bir aileye – aileme – dönüştü.  Ankara’da İngilizce Öğretmeni olarak mesleğimi de yapmaya devam ettim kimi zaman severek büyük bir iştahla, kimi zaman da dünyanın şikayetini ard arda sıralayarak….. 31 yaşımdaydım Babam beni bırakıp gittiğinde, 5 Ekim 2007…. o gün omuzlarıma oturdu o esmer çocuk omuzlarıma….

AĞUSTOS 19, 09:30 https://www.cimeleon.com/2011/05/omuzlarimdaolu

Annem de babam da güzel, hoş, anlayışlı ve sorumlu bir anne baba olmuştur her zaman. İki kız çocuk büyütmüşler ve bir de okutup meslek sahibi yapmışlardır. İkisine de sonsuz teşekkürler…. Benim bir kız kardeşim var anlayacağınız üzere… Meriç… Aynı adıyla eş, nehir de olduğu gibi çalkantılı dalgalıdır her daim. Durulur kimi zaman sonra bir tusunami çıkarıverir aniden. Renklidir. 1981 doğumlu… O’nu babamın kucağında ilk gördüğüm günü dün gibi hatırlıyorum. Babaannemin elinden tutuyordum, hastane girişinde. Babam geldi.  Baktım O’na…. Kara kaş, kara göz… Bana şöyle bir baktı, surat astı, bıyık altından gülümsedi cadı….

AĞUSTOS 19, 09:30      Hayatın dönüm noktaları vardır ya hani kilometre taşları…. Vardır bende de o taşlardan, ama ilki Meriç’le karşılaştığım an olmak üzere iki önemli tarih daha var. İlki 7 tEMMUZ 1998… Barış’ımla tanıştığım gündür ve hayatımın akışı , hayatımızın akışı olmuştur…. İkincisi de 15 Aralık 2003… Zeynep Sermin’in doğumhanede kucağıma verildiği ve bana ilk defa gülümsediği gündür….. Bu anlar nehrin yatağını değişriren ve yenileyen çok önmeli anlardır. Hepsi için Rabbime ayrı ayrı şükrederim….. Ayrıca şükrettiğim çok önemli noktalar da vardır hayatımda. Sağlam arkadaşlar ve komşulara sahip olabildiğim için ve genelde iyi insanlarla karşılaştığım veyahut kötüyü geç de olsa görebildiğim için her zaman şükrederim…

Evet… Ben çok şükür mutlu bir yaşamı olan, yaşamdan ömrüm diyebilecek kadar iyi tatlar alabilen eğitimli, konuşabilen, yazabilen, aile sahibi, mutlu bir çalışan şehir kadınıyım…. Halimden çok şükür mennunum…. Kendim çok seviyorum, itirazı olan yoktur herhalde…. En çok kendimi seviyorum ve bunu da rahatlıkla itiraf edebiliyorum… Kızımı ve ailemi seviyorum kendimle bir….  Bu absürd komedi ve korku dolu dünyadan misyonumu doldurup da ayrılınca iyi anılmak isterim ama ben öldükten sonra da doğum günümün bütün ölülerinki gibi unutulmasını istemem…. Ve özellikle de Zeynep’imin beni benim istediğim gibi anmasıdır….Doğumgünüm

Neyse bu yazı benim içindi…. Doğumgünüm kutlu olsun….. İyi ki doğmuşum…. İyi ki gelmişim bu acayip ama bir o kadar da tatlı dünyaya…. Bazen anlıyorum da bazen de anlamakta cidden zorluk çekiyorum. Ama belki de tatlı tarafı bu….Şikayet edip de hayatta kalmaya çalışmak, belki de bütün mesele budur ha?

 

YAŞASIN 36….

ANLADIĞIN KADAR ÖZGÜRSÜN…..

FUCK YOU ALL

August 15, 2011

FUCK YOU ALL İnsanlar değişik şekillerde gruplara ayrılır bilirim; özellikle bazı kişilikler insanları gruplandırmayı çok iyi bilirler ve genelde de bunu sıklıkla yaparlar. Ben hiç bir zaman bu tip yaftacı ve hizipçi tiplerden olmadım, olamadım. Büyük hataymış hem de çok büyük…. Her adem oğluna sadece soyu Adem ile Havva’ya dayanıyor diye ‘İNSAN’  muamelesi yapmak çok büyük hataymış. Birlikte bir dünya paylaşıyoruz, aynı göğün altındayız, birbirimize muhtacız, sevgi dolu olmalıyız, sevmesek bile insan olarak saygı duymalıyız ve benzeri martavallara benden başka itimat eden kalmamış…. İşte bu yüzden sizi hiç sevmediğimi ve özellike size hiç saygı duymadığımı haykırıyorum sevgili dalkavuklar, doğruyu bildiği halde söylemektem aciz zavallılar, kendini bir  BOK  zanneden küçük insanlar —-malesef tecrübe ettim  ‘küçükleri’  varmış-  oturdukları masayla adam olabilen oradan kalkınca aklı kıçına kaçan bedbah insan müsvetteleri , eline herhangi bir kart sıkıştırılınca altına sıçacak gibi renk değiştiren insancıklar varmış….

FUCK YOU ALLBen öküz olmayı bilmem; hiç ama hiç tecrübe etmedim. Ama istersem sizin kadar pervasız olabilirim. Hem bunu yaparken de sizi bir hayli incitebilirim. Sanmayın ki ağzım laf yapmıyor, sanmayın ki iki lafı bir araya getiremiyorum. Ben sizin bildiğiniz, sindirebileceğiniz insanlardan değilim…. Benim içimde uyuyan bir aslan var ve eğer uyanacak kadar zorlanırsa uyanır ve ağzınıza bir güzel şıçar… Sıçabilir; o yetiye sahip;  sıçmıyorsa bilin insani bir sebebi vardır. Onu uyandırırsanız ki ben onu bilirim son raddeye kadar uyanmamak için sabreder; göreceğiniz ve tecrübe edeceğiniz durumlar ve sözler öyle pek yenir yutulurundan, pek altından kalkılanından olmaz….

Olmadı da nitekim. Aslan uyandı ve kükredi. Durumu veya durumumu en iyi  izah eder bu tanımlama. Ama kimi zaman da aslan çıktı gibi olur yine uyumaya devam eder muhtemelen böyle durumların müsebbibidir   ‘SAYGI’   dediğimiz içsel huzur. Kızarız ama duyduğumuz ya da duymaya zorlandığımız saygı yüzünden aslanı zorla da olsa sakinleştiririz.  Bunların sonunda hep sen kötüsün; ve bu etikete mahkumsun…. Deli…. Evet en güzeli kabul edin; eğer akıllı sizseniz ben sizinle aynı dünyayı bile istemiyorum…. Size biraz eğlence, biraz seyahat biraz da seks kokan bir tavsiyem olur son olarak ,…. Anlamışsınızdır….. Akıllısınız ya….

 

ANLADIĞIN KADAR ÖZGÜRSÜN….

 

 

 

 

BAZEN

June 9, 2011

Bazen by NevBazen ne yapsan ne etsen de güneş doğmaz sana kimi günler……BAZEN

Zaten doğsa da farketmez ne içini ısıtır ne de seni… Birden her şey kapkara görünür gözüne, gönlüne. Herkes düşman görünür kalbine. Kimseyi görmek, kimseyle hasbehal etmek, kimsenin gözünün içine bakmak falan istemezsin. İşte öyle günlerde en zorudur yataktan çıkmak…. Yataktaki örtün kabuğun olmuştur ve onu kırmak arzusu içinde değilsindir. En zorudur oradan ayrılmak zorunda olmak…. Hele de ayrılmak, davasını kaybeden savaşçı misali depresif eder insanı.

 

 

Kimi zaman sakladıklarını çıkarır küçük kutu – Beyin- ,sandığı tekrar açar… Eski defterleri karıştırır; tozlu sayfalarda – sanki o defteri yazan sen değilmişsin gibi – bir yığın yeni (!!!!!!!!!!!!!!!!!!) düşünce görürsün… Aslında yeni olmayan ama eski de olmayan bir yığın uçuşan , cümle olmayı başaramamış, kendi halinde zararsız birlikteyken acıtan kelime…… Biri gelir saplanır ya kalbine, ya beynine ya da ruhuna… İçin karışır, miden bulanır, tüylerin diken diken olur. İşte tam da bu anda herkes bir çıkış yolu arar kendince. Ve de çoğu zaman bulur…

BAZENBen içerim böyle anlarda…. Evet, içerim; gözümden yaş gelene kadar içerim. Ağlayarak içerim, içerek ağlarım. Konuşmayan gecelerde konuşurum geceyle; üstü üste eklerim sancılarımı ve konuşurum…. Herhangi bir şeyi değiştirir mi bu?    HAYIR…..  Zaten insanoğlu belki de çözümsüzlüktan içer. Kim bilir?   Bu sırada akıp giden hayat aksar, bırakırsın her şeyi…. Öylece oturmak, yatmak, yorganı kafana çekip uyumak, anlamadan bakmak, düşünmemek istersin…. Yani aslında hiç bir şey istemezsin… Ama geçer bu durum… Eğer biraz kendini seviyorsan geçmeli bu durum değil mi?

Geçmezse depresyona dönüşür muhtemelen… Bu güne kadar bendekiler hep geçti. Lakin bunu sebebini biliyorum ben zaten hali hazırda deliyim….Bu yüzden depresyon bana lüks… Delilik zuhur etmiş depresyona ne hacet?

KÖPEKDİŞİ

May 27, 2011

KÖPEKDİŞİGörünüşte ve pratikte ‘Dogtooth’ bir film ama öyle iki şişe bira ve ve bir tabak tuzlu fıstık eşliğinde izlenilecek bir film değil. Eğer Haneke ve Trier’in filmlerine aşina değilseniz ve karnınızda bir gerginlikle film seyretmekten hoşlanmıyorsanız seyretmeyin demeyeceğim. Zira bu filmi seyretmeyin demek sinemaya başlı başına ihanet olur….

Kirli dünyadan korumaya karar vermiş anne baba çocuklarını ve bunun en mümkün yolunun onlar için yeni bir dünya yaratmak olduğuna kanaat getirmişler. Bunun nedeni ile ilgilenmiyor yönetmen Giorgos Lanthimos ve senarist Efthimis Flippou; daha çok süreci ve sonucu çırılçıplak çok iyi bir oyuncu performansı ve yönetimi ile gözler önüne seriyorlar. İkisi kız üç kardeş olan çocuklar için yeni bir dil ve yeni bir ölçme değerlendirme sistemi yaratılmış anne ve babası tarafından. Dış dünyayla ilişkileri tamamen kesilmiş. Kapının dışına, evden dışarı sadece baba arabayla çıkıyor. Çocuklar eterle kendilerini bayıltarak oyun oynayacak kadar farklılar. Sürekli garip boyutlarda eğitiliyorlar.KÖPEKDİŞİ Bir kedinin abilerini öldürdüğüne inançları sebebiyle kedi gibi bir hayvanı canavar olarak tanıyorlar. Çoğunlukla iç çamaşırlarıyla geziyorlar. Çünkü giyinmek ve vücutlarını korumak gibi değer yargıları yok. Ayrıca en fenası sadece köpek dişi sallanıp düştüğünde evden ayrılabileceklerine  – o da arabayla – feci halde inançlılar.

KÖPEKDİŞİDış dünyayla tek bağları, babanın erkek çocuğun  cinsel ihtiyaçları için eve getirdiği – nasıl getirdiğini filmi izleyip görün – güvenlik görevlisi. Ama öyle şehvetli sevişmeler falan olmuyor aralarında. Sadece ihtiyaç giderme maksatlı, hiç öpüşmediler mesela. Bu kızın, kız kardeşlerle iletişimi ile ‘haz’ ile tanışan kızlar birbirlerini yalayarak istediklerini yaptırır hale gelirler. Onlar için farklı ve çok önemli olan fosforlu bir taç yüzünden ‘Dil’ kullanarak istediklerini elde ettiklerini  düşünen kızların bunu bizim algımızdan çok farklı dürtülerle yaptıklarını filmin sonunda çok ama çok net algılıyoruz.

KÖPEKDİŞİYalnız tek önemli olan  – ataerkil aile düzeninden dolayı ki bu düzen de inceden eleştiriliyor – erkek çocuğun cinsel ihtiyacı ve bunu temin etmek için en çirkinini kendi elleriyle yapmaktan geri durmuyorlar. Fakat çocuklar hiç bir şeyin farkında değil. Öyle bir algıları yok, yaratılmamış. Televizyonu tanımayan, bilgisayarı olmayan müzik dinlediklerinde farklı bir dil bildikleri için tercümeye ihtiyaç duyan bu zavallı gençlerin  ‘ Seks’  ve  ‘Haz’  gibi algıları yok. Eğlenceleri kek yeyip, sözde büyükbabalarının şarkısını babalarının tercümesi ışığında dinlemek veya kendi videolarını seyretmek. Filmi izlerken şarkının tercümesinin ana temasına dikkat etmeyi ihmal etmeyin sakın….

Yeter bu kadar spoiler; filmin tadını   (!!!!!)  daha fazla kaçırmayayım. Müzikle süslenmeyen sekanslar – tıpkı Haneke – , karakterler arasındaki abuk dil ve mantıksız eğlenceler önce sizi çok rahatsız ediyor. Lakin onların algılarının bundan öteye geçmediğini algıladığınızda asabınız iyice bozuluyor. Son mu? Son feci…… Gerçekten, Trier’in filmlerinin arından 5-10 dakika oturduğunuz yerden kalkamazsınız ya hani işte öyle çakıldım koltuğa.

İnsanları bir kalıba ne yaparsan yap sokamazsın. Ve hiç bir insanı içine bulunduğu yaşamdan koruyamazsın, ondan gerçeği saklayarak sadece büyük ve önlenemez bir merak yaratmaktan başka bir işe yaramaz bu…. Yok böyle bir şey…. Başka bir dil konuştur, tuzluğa telefon dedirt, kediyi dünyanın en korkunç canavarı olarak tanıt, uçağı tek oyuncak olarak algılat…. Ne yaparsan yap…. Değer yargıları kazandırman yeterdi de artardı da…. Yoksa dayatma yaşamlar hep bir felaketle sonuçlanır; çünkü insan ruhu değişkendir ve özgürür. Gaz gibidir; istediğin kadar sıkıştır, kaçacak bir delik bulur ağzını yüzünü kırması gerektiğine inansa dahi….

Seyredin, kıçınıza kuşun yemiş gibi olacaksınız…..

 

NOT:Artık klavyeye bakınca sinirden gülüyorum….

 

SİNEMAYLA KALIN…..


KAPADOKYA’DAN….

May 26, 2011

KAPADOKYADAN....KAPADOKYADAN....KAPADOKYADAN....KAPADOKYADAN....KAPADOKYADAN....KAPADOKYADAN....KAPADOKYADAN....KAPADOKYADAN....

BİZ… HEPİMİZ….

May 24, 2011

 

 

BİZ... HEPİMİZ....

BİZ... HEPİMİZ....

Ne baktın canım?
BİZ... HEPİMİZ....

İlişmeyin

BİZ... HEPİMİZ....

Çilli

BİZ... HEPİMİZ....

CAN

OMUZLARIMDA ÖLÜM

May 12, 2011

OMUZLARIMDA  ÖLÜM Ölüm….

Çok düşünürüz onun hakkında; gece gündüz hep aklımızın bir ucunda kötü bir ur gibi gün geçtikçe büyüyen…. Herkese er geç uğrar bu fikr-i hassasiyet; istinasız uğramadığı es geçtiği herhangi bir adem yoktur ki ölümü yaşarken tecrübe etmemiş… Zaten en esaslısı yaşarken hissedilen ölümdür; senin bizzat ölümünün  senin için çok fazla bir anlamı yoktur… Ama canlarından, hayatının önemli kişiliklerinden birinin senden ölümle uzaklaşması vardır ya ‘Ölüm’ gerçekliğiyle soğuk soğuk muhattap olduğun o an; işte o an tek sorduğun soru ‘Neden?’…. Neden yaşıyoruz ölmek için mi? Ne kadar adil? Adalet bu mu? Bu mudur dünyanın adaleti…. Her selada içimizin acıdığını ve aklımızdan genç miydi?, acaba hasta mıydı? gibi sorular sorduğumuzu biliriz değil mi? Çünkü yaşayanların ölüme bir sebep bulmaları onların yaşam sağlığı için gerek şarttır…. Ölümün bir sebebi olur, olmalıdır…. Yoksa neden ölsün ki insan?  Değil mi?

OMUZLARIMDA  ÖLÜM Bir Ekim sabahıydı… Ben babamı, Pehlivan’ı gönderdim öbür dünyaya… Sebep mi? Kanserdi… Mide kanseriydi; bir buçuk sene savaşabildi. Yenilmeyeceğini söyleye söyleye gitti. Ben ilk kez o kadar yakın plan karşılaştım ölümle. Ne mi hissettim? O kadar tuhaf bir o kadar da karmaşık duygular hissettim ki toparlarken bile eksik bırakmaktan korkuyorsun onları. Çünkü hayatın boyunca seni asla ve asla bırakmayacak bir duygu seli o…. Anne ve babasından birini kaybetmeyenin kesinlikle anlayamayacağı garip, birbiriyle çelişkili, kimi zaman neler düşünüyorum ben dedirtecek kadar bencil olabilen, kimi zaman da ipi sapı olmayan git gelli bir dünya düşünce…. Ağlama veya gülme krizleriyle kesilen, gece rüyalarda sana asla bakmayan rahmetli anne veyahut baba… Ter içinde uyandığın gecelerde bu rüyayla bana ne demek istedi diye sabaha kadar gözünü kıpmadığın geceler….OMUZLARIMDA  ÖLÜM En kötüsü defnettiğin gündür; onu son kez gördüğün, gasilhanede üzerine su tutarak her şey için teşekkür ettiğin ve vedalaştığın gündür…. Toprağa verdikten sonra ilk yağmurda ağlarsın ıslanıyor diye ; ilk karda ağlarsın üşüyor diye; eve gelirsin saatini görürsün ağlarsın;  banyoda lifinde kılını görürsün ağlarsın… İnsan kıla bakıp ağlar mı demeyin…. Ben ağladım…. Allah allah o gitti kılı kaldı diye hem de hüngür hüngür… Garip değil mi?  Evet, kabul ediyorum garip ama ölümün kendi zaten fazlasıyla garip….

Tarif et derseniz ölümü; öyle tumturaklı bir tarifim falan yok… Ölüm bir yok oluş, varken kayboluş… Sevdiğim bir yakınım Babam için  ‘Ölmedi; O misyonunu tamamladı ve bu dünyadan ayrıldı.’ demişti; kim bilir belki de haklıydı…. Babama sorardım yorulunca ‘Baba, bu işler hiç bitmez mi?’ diye… ‘Biter kızım, bir gün biter, bittiğinde anlarsın!’ dediydi. İşte O’nun bu dünyada işleri bitti…. O kadar canlı bir insandı ki öbür tarafta da kesin yoğundur…

OMUZLARIMDA  ÖLÜM

O gidince hayatımdan; 5 Ekim 2007 günü omuzlarıma bir çocuk oturdu. Esmer ağır bir çocuk, nedendir bilmem erkek bir çocuk ve elinde elma şekeri var…. Ben babamı kaybettiğim gün oturdu omuzlarıma; bacaklarını omuzlarımdan sallandırarak oturuyor orda…. Kimi zaman çok ağırlaşıyor; kimi zaman da hafif; ama hep orda… O gün bu gün çık kalkmadı omuzlarımdan… Hiç konuşmaz bu esmer çocuk; yüzünde her daim anlamsız ve gülünç bir hüzün taşır; elma şekerinin de bittiği hiç vaki değildir… Ama biliyorum ki o elma şekeri sadece ve sadece Melike’nin…. Bakın insan ölüme bile aidiyet duygusuyla bağlanabiliyor… Zaten her şey ve her duygu gibi ölüm de senin olunca gerçek belki de…. Evet ya… Ölüm de bizim yaşam da… Bence ölümü sahiplenebilmenin tek yoludur yaşam….  O zaman hadi bekletmeyin yaşamı, bu yüzden değil midir herkes ölümün ardından ‘Başın sağolsun….’ der , der ki unutmayasın sen kendi başının sağ olduğunu ve nefese ihtiyacın olduğunu….

ANLADIĞIN KADAR ÖZGÜRSÜN….


HENÜZ 25

May 5, 2011

Bu gün çok içim acıdı; iliklerim sızladı duyduklarıma o kadar üzüldüm ki 25 yaşında hayat dolu, eli yüzü düzgün güzel mi güzel bir kadın kendini hiç bir işe yaramaz hissettiğinden bahsetti bana…. Yaş 25…. İnsanın kendini işe yaramaz hissetmesi ve hayata arkasını dönmesi mümkün mü?  Olmuş işte… Her istediğinin olduğunu, elini sıcak sudan soğuk suya sokmadığını anlıyorsun konuşmalarından, hali vakti yerinde bir hayat sürdüğünü ama yine de mutlu olmadığını …. Bir şey yapmak, ortaya gururlanacağı ve  ‘Bunu ben yaptım, bu benim eserim….’ diyerek kendini ifade edecek bir şey yapmak istiyordu… Ama hevesi çok kırıktı…. Tabi şartlarını benden daha iyi biliyordu benim O’nu anlamam için onun ayakkabılarıyla en az iki gün dolaşmam gerek şarttı; bunu çok iyi biliyorum…. HENÜZ 25Beni üzen 25 yaşında, dünyanın en güçlü yaratığı genç ve her şeye muktedir bir kadınının böyle hissetmesiydi… Bulunduğumuz mekanı onunla terk etmek ve ona gücümün yettiğince yardım etmek istedim…. Onun kendini, hayatını yeniden sevmesini sağlamamız gerekti…. Çünkü O güzel kadının öyle hissetmesinde en az onun kadar suçludur bu toplum…. Kim bilir ne oldu, nasıl oldu da gencecik yaşında ‘İşe yaramaz hissediyorum kendimi; ne işe yarıyorum ki…..’ cümleleri ağzından bir çırpıda dökülebiliyordu…. Anneydi bu kadın; anne olmaktan mutluydu…. Ama gençti O…. Anne olsa da gençti ve bir işe yaramayacağı kendine inandırdığı kocaman bir yalandı… Ama bunu O’na anlatmaya çalıştığınızda O’na dayatılan ve koşulsuz inandığı sebeplere çarpıyordunuz bir bir…. Ben umudumu kaybetmedim; bir gün silkeleyecek kendini ve yapmaktan zevk alacağı, kendini ifade etmekten mutlu olacağı bir destek bulacak hayata karşı…. Yapmama ihtimali yok; inanmıyorum O daha çok genç; bir çok işe yarayacak kadar genç…. Bu yaşta sadece anne olmasına ve elinde sadece bunu tutarak mutlu olmasına imkan yok… Zaten hiç bir akıllı kadının sadece anne olarak mutlu olmasına imkan yok; anne olmak çok ayrı bir meziyet çok kutsal bir meziyet tamam ama yaşamdan maksimum zevk almak ve ben yaşamımdan çok hoşnutum diyebilmeniz için bir takım şeylere yaradığınızı hissetmeniz gerek ki önce siz; sizinle mutlu olun sonra aileniz….

 

ANLADIĞIN KADAR ÖZGÜRSÜN….

BİR AN ÖNCE BAŞLA….

SANCI

May 2, 2011

SANCIAğrı değildir sancı.

Ağrı kadar hafif değildir, basit bir ağrı kesici olamaz çözümü; herkes bilir sancının daha tumturaklı bir süreç olduğunu…Evet süreçtir sancı, bazen ömür boyu sürebilen bir süreçtir. Kimi sancılar geçmez, geçemez; kim bilir belki de geçmesi çok makbul değildir. Her daim dinç ve şiddetli olması seni hayata bağlayan yegane etmendir. Şikayet edersin genelde ama bir gün kalbine o sancıyı hissetmezsen telaşlanırsın… Korkarsın…. Neden orada değildir sancı? Yok olmuş mudur? Madem yok olabiliyordu da neden o kadar sancıdı diye sorar durursunuz…. Halbuki yok olmamıştır. Yeni formu budur sancının…. Mütemadiyen olur sancı her ferdin hayatında… Yapmamız gereken ilk ve bana kalırsa tek sağlıklı hareket sancının varlığını, gerçekliliğini ve yaşaması gerektiğini kabul etmektir…. Sancı yaşamalıdır…. Evet, senin nefesinde, bakışında, tavrında, kaleminde yaşamalıdır sancı… Onun varlığını ve yaşaması gerektiğini bilmeli ve buna izin vermelisin….Sancını kabullen ve sev… Sancının seni daha da ağrıtmasına izin verme… Unutma o senin… Sen onun değilsin….

SANCIBazen de sancılar hastalıklıdır. En şizofrenik ve yaşanıması en zor sancılar bunlardır. Bu sancılar sadece kendisinin üstesinden gelebileceğine inandığı adem oğlunu bulurlar. Hastalıklı sancıyla yaşayabilmek için yarı deli bir akıllı olman şarttır… Nasıl mı?  Herkes zaten akıllı da zor olan deli olmak…. Çünkü bunun ilk şartı deliliği kabul etmektir… Mesela ben deliyim… Evet… Bu bir itiraf falan değil… Uzun zamandır biliyorum bunu ben…. Ve inanıyorum ki bu sancının sonunda dünyaya bir çocuk getirmek için deli olmak şart…. Her sancıdan çocuk olmaz ama; bazı sancılar hep zihninde ve kalbinde yaşar. Bırak rahatsız olma; olmamaya gayret et…. Kabul et onun varlığını… O sancı senin gerçeğin… O bir problem değil; o bir organizma ve orada seninle yaşayacak…. O bir hastalık değil ki ilk bakışta öyle  görülür… Hasta olduğunuzu ve iyileşeceğinizi düşünürsünüz…. Ama kazın ayağı o kadar kolay değildir…. Sancımanız gerekir…. Onu kabulllenmeniz, onunla konuşmanız, içip içip dertleşmeniz şarttır… O artık sizindir ve öyle kalacaktır… Büyük resmin, büyük yapbozun en mühim parçasıdır…. Ve doğru yere yerleştirdiğiniz an sonsuz huzura ereceğiniz kocaman bir parça…. Bu yazıyı ben o kadar farklı sancılarımı düşünerek yazdım ama eminim ki siz okurken benimkilerinin ucundan kıyısından geçmeyen sancılar düşüneceksiniz….. Evet, sancı basit değildir öyle ağrı gibi ve aynı delilik gibi çok kişiseldir….

ŞEREFİNE SANCILARIM….

İYİ Kİ VARSINIZ….

SİZİ SEVMEYİ SEVİYORUM….

ANLADIĞIN KADAR ÖZGÜRSÜN….

BİR AN ÖNCE BAŞLA….

I AM SAM

April 21, 2011

 

I  AM  SAMEvet o bir film… Ama o film o kadar fazla hassas damarlara dokunuyor ki biz sinema severlerin ajandasında her zaman çok özel bir yere sahip olan ve hep çok sevilen bir filmdir o. Benim için özel olmasıının ilk sebebi Sean Penn’in başrolü oynamasıdır. Aslında oynamak dersek Penn’e büyük haksızlık etmiş oluruz. Neden diyeceksiniz…. O kadar içten ve o kadar kusursuz çalışılmış bir karakter ki bir seyirlikle karşı karşıya olduğunuzu size hemen unutturuyor. Strarbucks’ta başlayan ve alıcıyı hemen içine alıveren giriş sahneleri zaten size alalade bir film seyretmeyeceğiniz sinyallerini veriyor. Birden o mekanda buluyorsunuz kendinizi ve Sam’e yardım etmek arzusu ile yanıp tutuşuyorsunuz. Ona bardakları anlatmak ve kuralları öğreterek elinden tutmak istiyorsunuz. Gözleriniz mütemadiyen ıslak seyrettğiniz 2001 yapımı Jessie Nelson imzalı Sean Penn ve Michelle Pfeiffer’ın harika oyunlarıyala sizi  kavrayan ve oturduğunuz koltuğa çivileyen bir yaşam resmi hikayesi bu film. Zihinsel özürlü bir adamın önce yaşam sonra da kendini kabul ettirmesinin acımasız hikayesini Sam’in evladı üzerinden, bu arada Sam’in aksine zihinsel faasaliyetleri normalden daha fazla olan tatlı bir kız çocuğu o, Sam’in gözünden ve bununla birlikte toplumun gözünden anlatan iyi kurgulanmış başarılı bir sinema filmi I am Sam…

I  AM  SAMİnsan üstü akılcı ve gerçekci bir oyunculuk çıkaran Sean Penn’in oyunculuğu da çok iyi yönetilmiştir kanımca. Acı ve mutluluğu çok kararında harmanlayan oyunculuğu sayesinde hepimiz birden Sam oluveriyoruz. Derhal içselleştiriyor onunla anında karar verip onunla ağlamaya başlıyoruz. Vücüdunu çok mükemmel bir şekilde oyununda kullanan Penn sayesinde filmde ikileme düşmenize rağmen asla taraf değiştirmiyorsunuz. Aslında çok büyük bir yalınlık var oyunculuğunda kimi zaman oynadığını unutup  ‘Ulan!!!! Sam…’ diye sizi tatlı tatlı güldürürken yakalıyorsunuız kendinizi… Kızıyla arasında kurduğu iletişim ve bu iletişimi devam ettirebilmek adına verdiği onca taviz ve azimli onca değişiklik onu sıkça takdir etmemizi sağlıyor…. Ama gerçek, o acımasız gerçek, burnumuza sokulduğunda kimin tarafında yer alacağımızı kestiremiyoruz…. Ne olursa olsun sevgi kazanır mı? Yoksa gerçek her zaman gerçek midir?

Pfeiffer hiç sönük kalır mı Penn’in karşısında? Asla….

I  AM  SAMKarşılıklı sinir harbi içinde gerçekleştirdikleri – Sam’in sinirden oldukça hızlı konuştuğu- diyalogtaki performansı ve karşılama ıskalamayan vücut diliyle çok seyredilesi bir performans sergilemiştir. Şaşkınlığı, bencilliği ve acımasız sistem içindeki varlığını alıcıya oldukça net ve itinalı ifade edip oynamıştır ki bütün sinemaseverlerin O’nu tanıdığı ve asla unutamayacaklarını anladığı film olmuştur Pfeiffer için I am Sam….

Bence çok önemli bir söylemi vardır filmin: Sevgi ihtiyacınız olan tek şeydir…. Diyeceksiniz ki inanması güç… Evet, bu hayat şartları içinde çok zor gözüküyor…. Ama ister inanın ister inanmayın içinde bulunduğunuz her türlü sıkıntının tek reçetesi bu… Bunu biz  sözde akıllılar anlamakta kimi zaman güçlük çeksek de gerçek bütün çıplaklığıyla bu kadar basit aslında… İhtiyacınız olan tek şey; anlamak için, anlatmak için, özel olmak için, insan olmak için Sam olmak veyahut Sam’i anlayabilmek için tek lazım gelen olgu sevgidir…. Bizden sonrakilere anlatmamız ve bozmadan bırakmamız gereken gerçek budur kanımca…. Sam haklı hem de çok…

Sam: People like you don’t know what is like to get hurted. Because you don’t have feelings. People like you don’t feel anything!

KAYBETMEYELİM…. KAYBETMEYELİM….

SİNEMAYLA KALIN….

 

Follow by Email
Pinterest
Pinterest
fb-share-icon
Instagram