MEÇHUL

December 22, 2010

MEÇHULİnsanoğlu korkar…

Ezelden beri korkmuştur; hatta korkaklık pek aranılan bi özellik değildir eş dost seçerken; ama her zaman korkuları vardır insanoğlunun. En çok da bilmediğinden korkar derler ama bence bu kocaman bi yalan. Bilmediğinden değil başına geleceğini bildiği şeylerden korkar en fazla ademoğlu. Mesala ÖLÜM… Ölmekten neden korkarız? Ne biliyoruz ki ölüm hakkında? Ruhun bedenden ayrılması….Eee neden korkuyoruz bundan? Ne var bu kadar ürkecek ölümden?  Ölen ve öldükten sonra başına gelenleri anlatan var mı bize? Hayır benim daha öyle bi tanıdığım olmadı. Babamdan böyle bi torpil bekliyorum hala…. Bi gün anlatacak bana eminim…En azından rüyamda…İşte burda başlıyor ikilem. Aslında ölüm değil bizi korkutan eninde sonunda bizi de bulacağını bilmemiz azrailin… Çünkü hiç bi fikrimiz yok nerede, ne zaman ve nasıl çalacak kapımızı…. İşte asıl korkumuz bu: Bilmiyoruz…. Tek bildiğimiz şey bi gün öleceğimiz ve bizim elimizde olan hiç bi şey yok… Evet korktuğumuz meçhullük olgusu belki de doğru ama yazar der ki ‘Asıl meçhul olan yaşamdır.’ Ama kimse korkmaz yaşamaktan. Ama o başlı başına büyük bi muammadır : EN BÜYÜK OLANI…

 

MEÇHULOndan kimse korkmaz. Kimse korkmaz emniyet kemeri takmadan araba kullanmaktan, kimse korkmaz zararlı olduğunu bile bile sigara içmekten, kimse korkmaz tıka basa yemekten, kimse korkmaz yağlı yemekten, kimse korkmaz boşanma ihtimalini bile bile evlenmekten, kimse korkmaz çocuk sahibi olmaktan, kimse korkmaz kavga etmekten, kimse korkmaz birini dövmekten, kimse korkmaz birini kırmaktan…. Bu en büyük muammada hiç kimse korkmaz da gazı köklemekten ölümü bile düşünmek ürkütür insanı…. Bu yaşam denen muammada, asıl korkulması gereken meçhulde, korkusuz ve pervasız ademoğlu hiç bilmediği ölümden korkar…. Bilinmezlik mi bu korkunun nedeni? Ama bir çok bilmediğimiz şeyi yani sonunu bilmediğimiz şeyi gerçekleştirdik ; hatta bazılarını başımıza ne geleceğini bile bile korkmadan bazen de korkarak yaptık… Yeni tanıştığımız adama korkmadan ısındık, ilk kez karşılaştığımız kadının gözünün içine korkmadan baktık, sigara içtik bol bol ölümcül olduğunu bile bile, alkol aldık, üç dubleden sonra saçmalayıp kustuğumuzu bile bile… Hız sınırını özellikle kameraların altından geçerken kasıtlı aştık, ondört kişilik dolmuşa yirmiyedi kişi bindik, küçük çocukları direksiyona oturttuk, biribirimize doktor gibi ilaç verip içirdik, düğünlerde havaya ateş açtık, silah taşıdık kızınca çektik, bahaneler bulup küçük insanları ve gençleri astık, başbakan astık, kadın dövdük, evlatlarımıza tecavüz ettik, babalar kızlarını hamile bıraktı, hayvanlara eziyet ettik, insanlara hem de tanıdığımız insanlara iftira attık, bizim olmayan bir şeyi aldık, rüşvetle işimizi yaptırdık, insanların en değerli inaçlarını sömürdük, insanları cinsel tercihleri yüzünden öldürdük, siyah diye kestik, zorla kölemiz ettik………..MEÇHUL

 

Bunları yaparken hiç bi şeyden korkmadık da ölümden kormak ha…. İşte buna gülünür… Hem de ben buna ağzımla filan da gülmem… Bütün bunları yaparken korkmayan ey ademoğlu; korkma ölümden filan da korkma sen zaten ölmeyeceksin çünkü sürüneceksin… Senin cehennemim yaşam denen meçhul…. Unutma yaşamdan korkmuyorsan ölüm zaten hikaye…

 

 

Fight Club

December 22, 2010

Yoktur yaşı yirmi ve otuzun üstünde olup da Fight Club’ı seyretmeyen biliyorum. Ama en esaslı kara filmlerden biridir, bu sebepten kara filmlerden bahsedip onu atlamak olmaz,olamaz. Hakikaten karadır Fight Club, hem de kapkara… En karası da sizi sürüklediği, içine çektiği cenderedir… Alıcıyı rahatsız ederek önce kendini sonra da sosyalitesini sorgulamasını sağlayan temeli sağlam bir filmdir. Evet temeli yeraltı edebiyatının bir numaralı yazarı Chuck Palahniuk’in aynı adlı romanıdır ve bununla birlikte çok sinemasal bi senaryo ile beyaz perdeye aktarılan roman bi David Fincher harikasıdır. Ve kanımca Hollywood bu muazzam başarısından sonra O’nu görmezden gelerek başarısı yüzünden cezalandırmıştır. Fatal Female kullanmadan çektiği bu kara fimde alıcının kendini sorgulamasını sağlamış, aynaya bakmasını sağlamıştır. Sıra dışıdır, meydan okur… Önce sana meydan okur. Bi başka deyişle seni sana kırdırır Fight Club… Bilinen ama kabul edilmeyen gerçeği alır ve gözüne soka soka anlamanı sağlar: Senin içinde iki sen var ve sen seni yendiğinde mutlu olacaksın…Ve bunun da yolu bilinçaltını iyi okumandan geçer. Diğer kara filmlerin aksine şidetle para, kapitalizm ve tüketim toplumunu eleştiren film aşırı hassas ve anlamlı repliklerle süslenmiştir. Bu replikler günümüzde filmin kahramanı Tyler Durden replikleri olarak hepimizin belleğine kazanmıştır. Bunlardan en beğendiğim de ”Ancak sahip olduğumuz her şeyi kaybettiğimizde her şeyi yapabilecek kadar özgür oluruz” repliğidir. Bu film gerçek bi kavga filmidir. Maskulen bi film olan Fight Club; babasının terk ettiği, annesi tarafından büyütülen kayıp bi erkektir Tyler ve tek aradığı vardır: giderek teknoloji manyağı olan ve makineleşen tüketim toplumunda kendi özü… Aslında kayıp X neslinin kendini aradığı ve kendini gerçek hissetmek için şiddete başvurduğu hatta şiddeti kullandığı çok muhteşem bi yapıttır Fight Club… Tabi bunun yanında muhteşem bi oyuncu seçimi ve yönetimi ile taçlanan film aslında tek bi kişilik etrafında döner. Ego ve alter egonun birbirlerini kırmaya çalıştığı filmde alter egoyu canlandıran Edward Norton nam-ı diğer Tyler Durden, hepimizin içindeki patavatsız ve pervasız aynı zamanda dengesiz alt benliğimizi bize o kadar iyi resmetmiştir ki biz uzun süre onun başka biri olabileceğini düşünmüşüsüzdür… Okuması zor bir filmdir, evet bu yüzden sadece siddet filmi diye algılayan alıcıların da bulunmasını buna bağlayabiliriz. Halüsünasyon filmidir Fight Club… X kuşağının teknoloji ve televizyon sarmalında gördüğü sanrılara sık sık dem vurarak alıcıyı rahatsız eder. Aslında rahatsız eder ve iğneleyerek öğretmeye meyilli bir didaktik yapısı da vardır…. ”Ve aslında herkesin içinde iki tane ‘BEN’ vardır ve sürekli kavga eder.” der Fight Club ve devam eder ‘…biri diğerinin şizofrenik yansımasıdır.” Haksız da sayılmaz bu yaşam denen mücadelede hepimiz bi dövüşün içindeyiz ve kendimizle dövüşüyoruz ayrıca da bu dövüş sürmesi gerektiği sürece sürecek… Yani sonsuza değin…. Sonsuz nerede mi? Tyler’a sorun….

 

SİNEMAYLA KALIN…

PİNOKYO

December 21, 2010

Pinokyo…

Hani bilirsiniz şu tahta oğlan.. Hani yalan söyleyen ve yalan söyleyince burnu uzayan masal kahramı… Meğer o masal gerçekmiş… Bir dünya pinokyo varmış bizim dünyamızda hem de bunların burnu falan da uzamıyormuş…. Ama bizimkilerin Pepeto ustaları falan da yokmuş saygı duyukları ve sevdikleri… Kendilerinin tanrıları kendileriymiş…. Bizimkiler kimseyi sevmez ve kimseye saygı duymazmış… En saygısız oldukları husus da başkalarının duygularıynış… Onlar, hakkında yalan söylenilebilen orda burda konuşulabilen basit ama basiretsiz mevzularmış… En tipik özellikleri önce kendi söylediklerine gönülden inanmaları ve sonra herkesin bunu duymasını sağlamaları ve nihayetinde aslında herkesin ondan önce bunu bildiklerini ve duydukları yalanıyla kendilerini avutmalarıdır…. Ne komik değil mi? Bi de bunların ambalajları vardır janjanlı…. Etiketleri sağlam gözükür, afilli gözükür, şekilli gözükür… Bi de bunlar attı mı mangalda kül bırakmaz… Bunlarla samimi falan da olamazsınız, izin vermezler; hep bi mesafe koyarlar aranıza, samimiyet onlar için banal bi özelliktir ve fazla gelişmemesi gerekir…. Bunlar çalışırlar ama gösteriş yapmayı da pek severler…Biraz da kedi gibidirler….Velhasıl, bilirsiniz Pinokyo masalın sonunda inayete ermiş yalan söylemeyi bırakmıştır ama bizimkiler için öyle bi umut yok…. Unutun bunu…Aman dikkat bizim Pinokyoların burnu uzamadığı için kendilerini iyi kamufle ederler ona göre… Anladığınızda çok geç olabilir…. Ama beliki de biz onların Pepeto ustalarıyız; belki biz yapıyoruz onları: Bizim iyi niyetimiz ve bizim insanlığımız onları yaşatan… Çünkü ,sen ey iyi insan ,sen her ”Allah’ından bulsun, benden değil.” dediğinde bunları besliyor olabilir misin? Belki de Allah seni görevlendirmiştir. Hiç düşündün mü?

 

ANLADIĞIN KADAR ÖZGÜRSÜN…

Film Noir

December 21, 2010

Filmin rengi olur mu? Olmaz; bir film bütün renkleri içerir ama sen neyi okursan onun rengini görürüsn bir filmde… İşte bu sebeple en renkli filmler KARA Film lerdir. Aniden değişen ve alt üst olan insan hayatları paralelinde sarsılan aileler, insan ilişkileri,çakışan menfaetler,ara bozan para ya da parasızlık ve en sonunda yalın ,basit ama kanlı şiddet… Bütün film boyunca alıcı bu şideetin olmasına izin vermesi hususunda yoğrulur va hazırlanır.Artık şiddeti düşünmeye başladığı anda yönetmen sizden de aldığı izinle basit ama çok mükemmel bi çekimle size istedğinizi sunar. Bununla birlikte Kara Filmler, aşk,din, siyaset ve aile gibi insanoğlunun ana hatlarına da çok ince ama içten dokunur… Kimi zaman dokunmaz ‘No Counrty For Old Men’ de olduğu gibi çok derinden ama sadece isteyen alıcının anlayacağı derinlikte kalın kalın inceler…Evet bu konuda en başarılı yönetmenlerdendir Coen Kardeşler.’A Man Who Wasnt There’ siyah beyaz çalıştıkları çok mükemmel ışık oyunları yapılan ve sır adamın ani değişen hayatına dışaran bakmamızı sağlar. ‘A Simple Plan’ da bir ailenin para ve parasızlık sarmalında başına gelenlerin traji komik hikayesidir. Ve evet ‘FARGO’ yöresel dilin ve otantikliğin çok muazzam işlendiği harika bi kara filmdir. Mükemmel içselleştirebildiğiniz ve seyrederken çok zevk alacağınız muhteşem bi yapıttır. Film bir roman okuyormuşcasına tadı damağınızda kalacak bi şiddetle biter. Ve kara filmlerin en önemli özelliklerinden biri de akıllı, uyanık ve şehvetli jkadın karakterleridir : FATAL FEMALE…. Para ve şehvet düşkünü, vücudunun farkında olan güzel kadınlardır bunlar… Genelde erkek karakterleri kullanarak istediklerini yaptırılar… Ama ben Sean PENN’in başrolünü üstlendiği ‘U TURN’deki kadar ölümcülünü ve travmalısını hiç seyretmedim… Kaybedecek hiç bi şeyi olamayan bi adamın öyküsüdür bu film… Kaybedecek hiç bi şeyi olmayan birinin her riski alabileğinin üstüne kurulu hızlı ve gösterişli bi filmdir. Şiddetle tavsiye ederim seyretmenizi…. En son kara film örneklerinden biri olan ‘A Serios Man’

diğer örneklerine göre biraz daha canlı renklerin kullanıldığı ve modernleşmiş bi kara filmdir. Ama din ve aşk konularıyla oldukça fazla yoğunlaştırılmış ince ince esprilerle dantel gibi işlenmiş insanın her türlü kavgasını ve sevdasını anlatan çok iyi bi yapıttır… Bununla birlikte en iyi kara film ‘Big Leboswki’ hala ağzımızın tadıdır ve aptal ve küçük şeylerin insan hayatını nasıl tepe taklak edebileğine ayna tutan harika bi filmdir… Tekrar tekrar izlenir….

Bu deneyimleri daha yaşamadıysanız en kısa zamanda bu açığı kapatmanızı tavsiye ederim çünkü sinemanın önemli ve çok seyredilen bi koludur Film Noir ve inanın bana onu keşfetmek çok heyecanlıdır….

 

SİNEMAYLA KALIN….

Trier

December 13, 2010

”İyi bir film ayakkabınızın içindeki çakıl taşıdır, yürüdükçe batar.” der Lans Von Trier. Ve bu minvalde alıcıyı yani seyirciyi en çok rahatsız edebilen filmlere imza atmıştır. Onun filmlerini izlemeden önce Alman dışavurumculuğu, tiyatral sinemayı ve sinema metaforlarını bilmeniz icap eder. Bunların detaylarını bilmeden seyretsem ne olur derseniz, size cevabım zaman kaybetmiş olcağınız ve ‘Bu ne biçim film, bu nasıl bi yönetmen….’tarzı cümleler kurup Trier hakkında yıkılması zor bir önyargıya sahip olacağınızdır…. Aslında salt sinema açısından muhteşem örneklere imza atmış çalışılması zor bi yönetmen olan Danimarkalı Trier anlatmak istediğini çok ama aklınızın alamayacağı kadar çok direkt yoldan iletir size. İşte bu yüzden mesaj size ulaştığında çok rahatsız olursunuz. Bence O’nun birincil amacı da budur aslında…. En son filmi Antichrist altı aylık depresyon tedavisinin ardından çektiği çok ama çok kişisel ve sorgulayıcı bi filmdir…. O’nun filmleri soudtrack ve filmden karelerle filan anılmaz… Çünkü öyle yan öğeler yoktur o filmlerde, sadece çıplak film vardır… Ve bu çıplaklık sizi koltuğa çiviler… Hele saklayıp saklayıp sonunda alıcıya ulaşan dizeler sizi büyüler… Dizeler diyorum çünkü O’nun filmleri aslında anlaşılması zor keskin şiirlerdir… Ve bir gerçek de herkesin bu şiirleri okuyamadıklarıdır…. Ama ben Trier işlerinin seyredilmesi, incelenmesi ve üstünde konuşulması gereken filmler olduğunu düşünüyorum. Dogville ve Manderlay adlı filmlerinde sadece çizgilerle kurduğu stüdyoda çok gerçek bi filmi sınır kullanmadan yapabilmiştir. Evet evler, odalar vardır ama alıcı asla duvar görmez. Ve burda duvarı oraya koyanın biz olduğumuz ve hayatımıza perdeler çektiğimiz gerçeğini gözümüze sokar… Bununla birlikte Narrator-Anlatıcı kullanır ki size gösterileninn aslında siz olduğunuz gerçeğinden sizi uzaklaştırır….Ve Antichrist… Benim seyredip koltuktan kalkamadığım sayılı fimlerden biridir… Sonsuz bi ızdırap, tamımsız; yokluk hissi, yoksunluk hissi… Bizi insan yapan en temel içgüdü… Ve böyle bi ızdırabın sebebi olduğu hissi ile suçluluk cenderesine sıkışmış olmak: Çok yoğun ve karmaşık bi o kadar da basit: İNSAN OLMAK… Nasıl yas tutacağım? Nereye kadar? Eğer sebep bensem ne olacak? Bu hayatın şeytanı kim? Kendimi nasıl temize çekeceğim? gibi cevaplanması zor, belki sorması bile zor bi dünya soruyu soran ve cevap arayan bir çift… Seyredin… Sonunda mutlaka küfür edeceksiniz ağız dolusu… İşte hayat bu kadar acımasız….

 

Seyredin paylaşalım…

 

SİNEMAYLA KALIN….

Neden?

December 12, 2010

Çok düşündüm neden bu kadar düşkünüm diye yedinci sanata. İlk zamanlar belki onun yedinci olması bile yetiyordu ama sonraları farkettim ki yaşamları sadece seyretmiyorum, ben onlarla ordayım…Önceleri sandım ki oyuncularla bütünlüyorum kendimi, oyunlarını oynuyorum, repliklerini söylüyorum onlar gibi bağırıp onlar gibi gülüyor ağlıyorum. Sonraları hissettim hayır onlar değilim ben…. Ben kamerayı tutanım… Oyuncularla oynayan… Onları görmemizi istediği gibi gösteren bize asıl o… O nasıl isterse biz onu görüyor seyrediyor seviyor ya a nefret ediyoruz… İşte o an anladım ben onlardan biriyim ya da her an olabilirim… Neden olmasın? Olanlar nasıl olmuş? Ben de düşünebliyorum yetmez mi? Ben de düşünebiliyorum seyircinin ne istediğini neyi almak neyi sevmek istediğini… İşte zaten temel bu: Ya istediğini vereceksin… Ya da nefret edip reddetiğini… Sıradan olmayacaksın… Yapılanı da değil… Seçtiğini yapacaksın.. İş senin olacak…Senden olacak, biriktirdiğin hayat ekranda olacak…Yoksa seyredilip adı unutulan filmlerden olursun biliyorum…. Bu arada o kadar çok unutulmayan var ki burda aslında onlardan bahsetmek isterim birlikte… Nedir unutamadığınız filmler?

Aslında bunu yapmak için neden unutmadığınızı da iyi bilmek gerekir… Beni şu anki mesleğimi, öğretmenliği ,

yapmaya iten filmdir Ölü Ozanlar Derneği… Hayat felsefeme de orada tutunmuşumdur: Önünde her zaman iki ayrı patika olacak ve sen az ayak izi olanı kullan, yapılmayanı yap ancak o zaman mutlu olursun… Robin WILLIAMS ve o zamanki genç şimdi orta yaşlı oyuncularla harikalar yarattığı, unutulmaz sahnelerle ağlatan ve insanı sımsıcak eden senaryoyla zeki ve keskin esprilerle harika bir filmdir… O kadar sert kararlar alıp uygulayamadım belki meslek hayatımada ama hiç untmadım o filmin bana hissettirdiklerini…. Hiç de untmayacağım…. Ben hala bi üyesiyim o derneğin…. Ve hiç ama hiç unutmadım kendimi ve hiç vazgeçmedim az ayak izi olan yoldan yürümekten….

 

SİNEMAYLA KALIN….

Etiketler: http://www.imdb.com/title/tt0097165/ 13:21:00 ROSEBUD

BEN

October 30, 2010

Ben artık çok genç değilim. Omuzlarımda yükler var çeşit çeşit… İşte size o yüklerden ve nasıl oluştuklarından bahsedeceğim. Neden mi? İnanın bilimiyorum . Ama bunu yapabileğimi düşünüyorum…. Bana iyi geleceğini düşünüyorum…. Ve gün be gün gözlerimdeki kuru gözyaşlarının sebeplerini sizinle paylaşmak bana hata bize iyi gelecek diye düşünüyorum….

Öncelikle kabul edelim hepimiz basitiz ve bazen hiç değişmiyoruz… Hırslıyız, çekilmeziz… Yaralarımız var, hastalıklarımız var. En önemlisi de biz aslında en akıllı olan ve bunu bilen gergin varlıklarız… Bazı zamanlar var ki ‘Ben ne biçim insanım!!!’ demeden kendimizi eleştirmeyelim. İşte ben sizinle bu zamanları, bizi aslında en yapışkan ve hastalıklı hallerimizden tutun da bizi insan yapan inceliklere kadar konuşmak isterim…. İşte hepsi bu….

Şimdilik…

Follow by Email
Pinterest
Pinterest
fb-share-icon
Instagram