SİYAH KESKİN VE NET
January 26, 2011
Bakış açısı…
Bakış da çeşit çeşit açı da…. Çünkü göz çeşit çeşit, aynı şeye bakıp aynı şeyi görmez insanoğlu. İnkar ettiğin gözyaşı kadar ağlarsın, ağladığını inkar ederek. Ben ağladığımı inkar etmeden ağlarım. Ama en çok ben ağlarım, en sonunda da inkar edemediğime ağlarım. Aslında çok teknik bir adamım. Ben de her şey gözyaşı bile ya 0 dır ya 1’dir. 0,5 benim için benim için bir şey ifade etmez, çünkü yarımdır. Bütün olamamıştır ve değersizdir. Halbuki 0’dan büyüktür. Ne önemi var ki büyük olmasının onun adı ‘yarım’….
Ben kahvemi de sütlü içmem. Çünkü yok gibi olur sütle kahve, hafif olur. Ben öyle hafif ve yok gibi olan şeylerden hiç haz etmem. Yumruğumu indirmek için kaldırırım, göstermelik kaldırmam. Bana her kalkan yumruğun da inmesini isterim. Kaçak güreşemem; benimle kaçak güreşilmesine de müsade etmem. Yüzüm ve gözlerim kalbimde ne varsa söyler. Hüznümü, sevincimi, kinimi, kızgınlığımı hepsini ama hepsini gösterir göz bebeklerim size. İçime atmayı sevmem , atamam da… Sırrım çok azdır… Onu da mutlaka bilenler vardır…
Ne düzeni bu?
İfade ettiklerinden seni suçlu tutar. Çünkü biz ayıp olurcular toplumu olarak haklının arkasına geçmeyi bilmeyiz. Ya da başka maksatla geçeriz arkasına… Yalnız şöyle bir ikilem var: bu yaşanası hayatta HERKES HAKLI….
Ama ‘ En’ haklı benim.
Neden mi? Çünkü benim haklılığım bana ait. Siyah, keskin ve net… Çünkü benim. Size onu savunabileceğim kırk cümle kurabilirim. İnkar etmiyorum, savundukça daha çok inandığım da olmuştur. En çok da bunu severim, kendimi ikna etmeyi. İkna etmeyi öğrenip geliştirdikçe, inkar etmeyi de öğrenirsin. İçinden üstüne oturanları çıkarır kalanı sahiplenmezsin. Bunu niye mi yaparsın?…. Prensip oluşturmaktır maksadın kendine saygını yitirmemek için…
Prensipli olmak önemli midir?
Bence ‘ EVET’, prensibi olmayan adam içi boş bir kutu gibidir; en fazla belki bir şeye lazım olur diye saklanır. Bir gün bir işte kullanılırsa ne mutlu ona… İşte önemli olan kutuyu doldurmak… Ve bir gün biri kutuyu açarsa içinden kollarında prensiplerinle dimdik çıkmaktır…. Genelde zordur prensipli olamk; çünkü prensiplerle duygular genellikle farklı yollarda yürürler. Prensipler az kullanılan üzerinde az ayak izi olan yolu; duygular ise çok kullanılan gide gele yol yapılan patikayı kullanır. Çünkü ordan gitmek en kolayıdır….Ben o yola ‘Hayır Yolu’ diyorum. Çoğumuz, çoğu durumda bu yolu tercih ederiz. Bu yolu kullanmak çok rahatlatıcı bir terapidir. Karşılıklı iki taraf da çok bahtiyar olur bu işte…. Fakat zor yolu kullanmak istediğimiz zaman önce kendi vicdanımızla sonra da toplum vicdanıyla karşılaşırız. Bu yoldan gitmememiz için ahtapot gibi sararlar dört bir yanımızı. İşte ona yenilip ‘Hayır Yolu’ nu seçersek kutumuzun içi boşalır…
Hiç yapmadık mı?
Çokça yaptık…. Bazen onlara bazen kendimize yenildik… Kutumun içinin dolu kalmasını, en azından özüme saygıyla kalmasını istiyorum. Bu yüzden de zor yolu seçiyorum; Ttıpkı çok eskiden de çok kere seçtiğim gibi… Ben en az ayak izi olan patikadan gidiyorum, tek başıma bile olsa….
ANLADIĞIN KADAR ÖZGÜRSÜN…..
KÖPEKLER
January 23, 2011
http://www.spike.com/video/reservoirs-dogs/2978645
Onlarla ne zaman tanıştığımı inanın hatırlamıyorum. Tek bildiğim onları çok sevdiğim ve oldukça özümsediğim. Evet onlar… Biraz kalabalıklar… Fazlaca serseriler… Siyah takım elbiseli, ütüsüz beyaz gömlekli sokak itleri onlar… 1992’de girdiler hayatımıza, en delifişek, en sorumsuz, en aptal aşklarım onlar benim: RESERVOIR DOGS… Mr.Blonde, Mr.Brown, Mr.White, Eddie, Joe, Mr. Orange, Mr. Pink,Mr. Blue…. O meşhur film afişindeki sıralamalarıyla Resevoir Dogs. Her gece iyi geceler dilediğim müthiş sokak mafyası… Mr. Brown, Quantin Tarantino, Hollywood’un yaramaz çocuğunun ; pek kural tanımayan, alaylı ama gözü keskin yırtık yönetmenin ele avuca sığmayan dillere destan filmi.. Uzun uzun yapılan saçma diyaloglar, genellikle kavga veya itişmeyle son bulan vahşi söylemler, kulak keserek yapılan işkenceler, bolca kan, yersiz ve sebepsiz şiddet…. En sevilen en çok hatırlanan o şirsel ağır çekim yürüyüş sahnesini kaç kere başa aldığımı inanın hatırlamıyorum…
Bu işe yaramazlar bir de dünyanın belki de en absurd konularında dakikalarca konuşma yeteneğine sahiptirler. Madonna’nın ‘Like A Virgin’ şarkısının edebi ve ahlaki değerlendirmesiyle başlayan giriş sahnesinin ardından hepimizin en favori sahnelerindendir ‘ Neden bahşiş vermeliyiz?’ konulu etik konuşma, değil mi? Hele o, Mr. Pink’in gayet ciddi ve umarsız bu konuya muhalefetini belirttiği sahne sonunda ben biliyorum hepimizin ağzından ortak ne tarz tepkiler çoktığını… Aslen çok eğlenceli bir şiddet filmidir Reservuar Köpekleri… Diyeceksiniz ki bir şiddet filmi nasıl eğlenceli olabilir? Cevabı ‘Budur, abi dudur işte…’ dedirtecek kadar bu soruya cevaptır filmin kendisi ve karakterleri…. Onlar çok gerçekçidir, yaptıkları iş tasvip edilmese de tarafımzdan, onlar bizim için evimizin duvarına posterlerini asabilecek kadar kendilerini sevdiren olağanüstü gerçek karakterlerdir… Amca oğlu veyahut dayımızın oğlu kadar gerçek ve bizden….. Evet bu yüzdendir en vahşisi Mr. Blonde kulak keserken aynı onun gibi ağız bükmemiz… Halbuki normal olup kulağını kaybeden gibi bayılmamaız gerekirken biz Bay Sarışın oluveriririz birden…. Bütün film boyunca yerde yatan Mr. Orange ile inler dururuz… Ve onun aslında ne olduğunu öğrenince zamanında ölmediği için hayıflanırız… Mr. White’ ın amansız koşuşturmacası ile yoruluruz… Biz işte bu yüzden onları çok severiz aslında onlar bizim içimizde sakladığımız renklerdir…. Oyunculukları çok iyi kotarılan ve harika performanslar çıkaran Harvey Keitel, Tim Roth, Steve Buscemi, Chris Penn, Quantin Tarantino ve Micheal Madsen bize içimizde sakladığımız renkleri hatırlatmışlardır film boyu…
Güvensizlik ana teması üzerine kurulu filmde karakterler birbirlerine kendi isimleriyle seslenmezler , iş verenleri de bunu istememektedir… Bu bi alışılagelmiş aile mafyası filmi değildir. Bu filmde sokak alfabesinin kullanıldığı sokak dili hakimdir ve bu da yeri gelince sırtını dönmeyi gerektirir… Cinayetlerin izleri cinayetle örtülür , iş patlar ve delik deşik edilen kuyumcudan kaçan itler muhbirin peşine düşer…. Bu arada aynasız yakalanır ve kulağı kesilir ama bütün bu kanunsuzluğa rağmen Tarantino alıcının itlerden yana taraf olmasını sağlar ve belki de bunu sebeblerinden biri de alt metinde kullandığı ince esnek mizahtır. Pek çok eleştirmen Tarantino filmlerinin bir çok yönetmen — Ringo Lam, Robert Aldrch, Robert Altman, Hitchcock, John Boorman , Luc Beson ve Godard’dan fazlaca esinlendiğini iddia eder…. Evet filmlerinin bazı bölümleri hepimize bu izlenimi vermiştir, özellikle Godard ile ilgili ama ben yine de iyi ki esinlemiş diye onu zevkle izleyen seyircilerdenim ben…. Bir şikayetim yok…
Artık öteki değil, iletişim
Artık düşman değil, pazarlık
Artık avcılık değil, birlikte yaşama
Artık olumsuzluk değil, mutlak olumluluk
Artık ölüm değil , kopyanın ölümsüzlüğü
Artık ötekilik değil, özdeşlik ve farklılık
Artık baştan çıkarma değil, cinsiyet ayrımsızlık
Artık yanılsam değil, aşırı gerçeklik,
Virtual Reality
Artık gizl değil, saydamlık
Artık yazgı değil, kusursuz cinayet var….
JEAN BAUDRILLARD
Evet ‘Artık kusursuz cinayet var…’ Eğer yolunda gitmeyen bir şey varsa planda bu demektir ki plan kusursuz değildir; derhal açıkları bulunup yamanmalıdır. Ne olursa olsun gösteri devam etmelidir tıpkı hayat gibi… Siz hiç hayatın durduğunu gördünüz mü? Köpeklerin de dediği gibi ‘ Müthiş bir oyuncu değilsen kötü bir oyuncusun demektir….’ Ve bu da senin elini zayıflatır, oyunu görmek istiyorsan elin sağlam olacak, kozun yoksa kullanacağın tek blöf var: ŞİDDET….
SİNEMAYLA KALIN…
KENDİN OLMAK
January 16, 2011
Yaşamı anlamaya başladığın andır durabilmek ayak üstünde.
Sorun bu zaten, başkasıyla olmak, başkasının olmak değil.
Kendi başına başkasıyla , başkasıyla kendin olmak.
Diyor Nietzche yaşamla ilgili. İnceleyelim bu sözü biraz. Önemli olan yaşamı anlamaya başladığın andır derken hemen anlamadığımızı açıklıyor bize. Demek ki içinde bizzati figuran olarak oynadığımız oyunu önce anlayamıyoruz. Ve bu anlamadığımız sürede kendimize ve norma aykırı davranıyoruz isyanlarda bir durum söz konosu herhalde. Ki bunun adı Gençlik olabilir mi? Belki… Sonra ailen tarafından yıllardır hazırlandığın cendereye girmeye başaldığın an ayakta durman isteniyor. Ve belki benim anne babam kadar sık değil ama bütün ebevynler söyler bu sözü ‘Artık kendi ayaklarının üstünde durmalısın….’ İşte bu eş zamanlı kendi ayaklarının üstünde durma ve içinde bulunduğun kısır döngüyü anlama işi bazen hastalıklı bir sürecin başlangıcı olabiliyor. Nasıl mı?
‘KENDİ’ olmayı beceremeyen daha çok taze ve heyecanlı kişiden başkalarıyla uyum içinde olması ve esas olarak onları mutlu etmesi istenir. Bence sorun burda bizim mutsuzluğumuzun ana sebebi bu : Biz hep öncelikle diğerlerini mutlu etmeye proglamlıyız….. Biz başkasının olmayı yeğleriz başkasıyla olmaya… Çünkü başkasının olmak çok yorucu ve yıpratıcı değildir. Çok teslimiyetçidir ve genelde karşı tarafın mutluluğu ana ve temel heyecan ve saadet sebebidir. Genel olarak pek düşünce belirtmez başkasının olanlar, zaten hazırlanmış düşünceleri vardır. Başkasıyla olmak için ise önce kendimiz olmaya ve bunu ispat etmeye gereksinmemiz vardır ve bu zor yoldur, pek tercih edilmez… Ama hürdür O başkasıyla kendi olabilen. Düşüncelerinde, söylemlerinde, hareketlerinde özgürdür… Hem kendi olabilmiş hem de onunla olabilimiştir. Ve bence dünyanın en mutlu insanıdır O….
Hele bizim gibi erkek egemen toplumlarda çok kolaydır insanların başkasının olması. Zaten aranan ve arzulanan da budur. Özellikle kadın başkasının olması gereken bir varlıktır. Bu tutum uzun ama çok uzun bir mazisi olan aslında üzerinde uzun uzun yazılıp çizilen ve düşünülen bir mevzudur. Ve bence sonuçta değişen ve gelişen yaşam biçimleriyle esnekleşse de ana damar hep aynı kalmıştır: Kadın hep başkasınındır…. Ben bir kadın olarak buna kişisel olarak katılmıyorum ve üzülüyorum. Biz başkasıyla olabiliriz; başkasının değil….
Bunun için ilk yapılacak şey kadının kendisi olmasıdır. Çünkü kendi olamayan hiç kimse başkasıyla olamaz. Yetişme çağlarının ilk yıllarında başlayan bu kendin olma çabası bütün ömrün boyunca devam edecek ve her yaşta bunu ispat etmek zorunda kalacaksın. Bıkma, usanma, pes etme…. Sakın oldum deme…. Bu savaş çok uzun ve sadece sen değilsin bundan nemalanacak olan; senden sonraki nesiller de senin açtığın cılız patikanın üstünden yürümeye devam edecekler. Üzerindeki ayak izleri çoğaldıkça inan bana o patikayı seçecek insan sayısı artacak ve sen bu yolda çok önemli bir görev üstleneceksin: Kendin olmak….
Oyun oynamayın, kendiniz olabilin. O an ki ayaklarınız üzerinde duruyorsunuz kendiniz olarak unutmayın bütün evren size düşman olacak. Hatta başkası bile….
SOKAK EFENDİLERİ
January 9, 2011
İşte ben onları hep büyük bir zevkle seyrettim. O kadar büyük bir zevk ki bu belki bazılarını onlarca kez bıkmadan usanmadan seyrettim. Beyaz atkılı adamlar, eşleri ile – o tarz aile yemeklerine eşler getirilir; sevgililer değil- çok ama çok fiyakalı bir İtalyan lokantasında pahalı yemekler yerler. Eşlerine kıymetli özür hediyeleri verirler. Neyin özrü mü? Bu ay seninle ilgilenemedim, seni aslında bildiğin gibi aldatıyorum, sabrın için müteşekkirim…. Bu liste uzar gider. Ama o sofradaki aile her şeye rağmen çok kıymetlidir ve her zaman korunur…. Rugan ayakkabılarına kan sıçramış bu sokak efendilerini tanıdınız değil mi? MAFYA….
Hemen hemen hepsi İtalyan’dır bu mafya ailelerinin. Çoğu da ezilerek yükselmiş Sicilya kökenlidir. Heyacanlı ve bunu asla saklamayan, hayalperest, okumakta gözü olamayan, kolay para kazanma düsturu ön planda olan, aptal aşık ama iyi aşık,ekmek peynir gibi adam öldürebilen ve bu konuda muazzam yetenekli olan, karizmatik, seksi ve yakışıklı erkekler….Onların dünyasında en önemli şey Ailedir. Ama onların aile anlayışı biraz geniştir ve her ne pahasına olursa olsun korunur. Hiç kimse ailenin tasvip etmediği ya da edemeyeceği bir şeyi yapmaya kalkmaz bile.
Onların üçüncü elidir tabanca. Çok kolay kullanılır. Amaç adamı temizlemektir ve tereddütsüz gerçekleştirilir yeri gelince. Babasını bile tanımaz bunlar; hele de Allah muhafaza yamuk yapan aileden ise uzun uzun düşünülür nasıl cezalandırılacağı…. Ve kimin yaptığı hep gizlenir diğer aile bireylerinden. Bu ailelerin hepsinin genelde bir bar ya a lokanta işleten ‘Büyükleri’ olur ve ara sıra ona gidilip ruh dinginleştirilir. Bununla birlikte oldukça da dindardırlar. Bütün mafya filmlerinde bir veyahut bir kaç kilise sahnesi vardır. Hele o muhteşem cenaze sahneleri her seyrettiğimde tüylerimi diken diken eder. Büyük gösterişli siyah arabalardan inen, şapkalı somurtkan ve tetikte, iri yarı yakışıklı mafya babaları, siyah elbiseleriyle kadınları ve onların küçük boyları, çocukları… Uzun sekanslarda kullanılan bu cenaze çekimleri alıcıyı öyle etkiler ki ölenin öldüğünü hakettiğini düşünmeden edemez….
Evet, ben hep mafyadan yana oldum bu filmleri izlerken. Scarface’i izlerken son cinnet sahnesinde onun hissettiklerini anlayıp iki de benim sıkasım geldi sağa sola kötü adama ‘İyi geceler…’ demeden önce… Godfather’da Coppola’yı ‘Ne yaptın be abi sen?’ diye samimiyetle sorgulamıştım Al Pacino karısını kapıya koyduğunda. 1970,1974 ve 1990 yıllarında bizleri sarsan Godfather -özellikle oyuncu yönetimi ve cast ile öne çıkan yapımlardır- mafyayı anlamamızı ve içselleştirmemize çok yardımcı olmuştur. Sınırsız para, gece hayatı, evlilik dışı ilişkiler, bol alkol tüketimi ve kolay çekilen ve istenmeyeni temizleyen tabancalar… Ve çok sıkı ve aslında konsarvatif bir aile… İşin içinden çıkılmaz gibi geliyor değil mi? Ama seyri o kadar büyük bir zevktir ki doyamazsınız…….
Scorsese 1990’da patlatmıştır bombasını Goodfellas’la. Ne diyologlar vardır bitip tükenmeyen. Çoğu eleştirmen tarafından en iyi mafya filmi olarak ön plana çıkarılacak kaar iyi bir yapımdır. Ama Joe Pesci bence o filmde kendini aşmış bizi de koltuğa çivilemiştir. Spider’i gereksiz vurduğu sahnede kendini savunurken kullandığı dil insanı hayretler içerinde güldürür:
[Tommy has shot Spider]
Jimmy Conway: I’m fucking kidding with you; you fucking shoot the guy?
Henry Hill: He’s dead.
Tommy DeVito: I’m a good shot, what do you want from me? I’m a good shot.
Anthony Stabile: How could you miss at this distance?
Yine de favorimi sorarsanız benden Palma’nın ‘Carlito’s Way’ cevabını alırsınız. O film beni giriş sahnesiyle vurmuştur. Al Pacino’nun muhteşem ötesi olgunlaşmış oyunculuğu ve akıl almaz yakışıklı romantizmi ve elinde silahı…. Temizlenmek arzusunda eski bir mafya elemanı ve onun kendini temize çekme hikayesinde ona eşlik eden iyi oyunculuğuyla alıcının kendisine ‘Piç herif…’ demesini sağlayan Sean Penn…. ‘ A fever is gonna kill you faster than a bullet!!!!!!( Bir iyilik seni bir kurşundan daha hızlı öldürecek)’ repliği benim için en önemli hayat tecrübelerinden biridir. Bu filmde siyah takım elbiseli yumuşak siyah saçlı, aslında insan, mafya elemanının hayata tutunma çabası beni çok ama çok derinden sarsmıştır….
Yedinci sanatın en çok alıcı çeken Mafya filmelrinin en sonuncularından biri bence en teknolojik olanı yine Scorsese’nin yine oscar ödüllü Departed filmidir. Bu arada Mafya filmleri akademi tarafındaan epeyce ödüllendirilmiştir. Departed’da da işin içine derin devlet gerçeğini sokan Scorsese bu konudaki takıntısını da 2010’da Boardwalk Empire adlı dizide devam ettirmiştir
ve bu konunun çok ama çok eski yıllara dayanan inkar edilemez bir gerçek olduğunun altını çizmiştir.
Onları izlemeyi çok seviyoruz çünkü onlar bizim yapmak isteyip de yapamadıklarımız yapıyorlar. Çekip vuruyorlar,aldatıyorlar ama terkedilmiyorlar, paraları var, hatta oraya buraya sürüyorlar ve buna rağmen kalbimizi kazanıyorlar. Garip değil mi? En azından ben kendi adıma onları çok sevdiğimi kabul ediyorum. EVET ben Montana’yı, Conway’i, DeVito’yu, Brigante’yi, Corleone’leri çok seviyorum….
İYİ GECELER KÖTÜ ADAMLAR……
EN AZINDAN SİZİ TANIYORUZ….
SATIR ARALARI
January 8, 2011
Bir zamanlar görev yaptığım okulda Türkçe öğretmeni doğum iznine ayrıldı ve ben de dil öğretmeni olduğumdan dolayı -Türkçe bizim branşımız olarak geçiyor yönetmelikte – epeyce bir sınıfın Türkçe ders öğretmeni oldum. Benim için çok güzel bi deneyimdi. Dil bilgisi kitabının kapağını açmadan kuralları anlatabilmek çok büyük bir mutluluktu. Bendeki bu birikimi sağlayan ortaokul Türkçe ve lise Edebiyat öğretmenlerimi çok büyük bir hürmetle anmamın en önemli sebeplerinden biridir benim öğrencilerimin gözlerindeki ışıltı. Çok mutluyduk; onları sınava hazırlamıştım ve hepsi de ben de sonuçtan çok mennunduk…. Ama bu sırada ben çok vahim bir gerçeği de kendi gözlerimle görmüş oldum. Biz ‘soyut düşünce ve kullanımı’ konusunda çok ama çok zayıf bir toplumduk….Halbuki doğduğumuz ilk andan itibaren deyimlerle süslü bir dili duymaya ve konuşmaya başlarız. Buna rağmen kelimelerin sözlük anlamı dışında kullanılmasını algılayamayan öğrencilerim vardı.
Bir yazılıda ‘Güneş balçıkla sıvanmaz.’ atasözünü kompozisyon kuralları dahilinde açıklamalarını istedim. Ve yazılılları kontrol ederken bir kızımın ‘…..güneş çok yukardadır, ona ulaşamayız ve bu yüzden onu balçıkla kapatamayız; bu iş bu kadar basittir….’ şeklindeki yaklaşımı benim altüst olmama yetmişti. Demek bu kızımız soyut düşünemediğinden anlatılmak istenenden oldukça uzaklaşıyordu. Ve belki de ömrü boyunca satır aralarını okuyamadığı için hep bi şeyleri yanlış algılayacaktı…. Ne kadar zor: SATIR ARALARINI OKUYAMAMAK….
Ama satır aralarında ne söylenildiğini anlamak için önce satırları layıkıyla okumaya da ihtiyaç var. Evet okumaya… Lakin bizim toplumumuz gibi duyarak öğrenen ve yaparak pekiştiren insanlar için herhangi basılı bir şeyi okumak çok zor olabiliyor. Neden mi? Çünkü angarya olarak görülme ihtimali çok fazla….İşte bu sebepten satır okumayan toplum ve evlatları satır aralarınını da okuyamıyor. Düşünmeyen toplumların soyut düşünmesini de bekleyemeyiz değil mi?
Soyut düşünme kavramı Tuvalet yazılarıyla gelişen gençliğin, sosyal paylaşım sitelerindeki durumlarına çok da edebi veyahut şiirsel yazılar düşmesini beklemiyorum ama en azından yazdıklarını iki kere düşünmelerini istiyorum…. Belki de onlar Tosun’un varlığına ya da bir gün geleceğine inanıyor olabilirler ama, lütfen artık düşünce sistemlerini birazcık geliştirsinler…. Yoksa böyle giderse biz söylemlerini unutan balık hafızalı, satır aralarını düşünmeyen, genelde düşünmeyen bu toplumla aynı adamlar tarafından yönetilir dururuz….
Bu arada senin, benim veya onun düşünmemesini ve sorgulammasını istemeyen düzendir bu devam eden düzensizlik…. Okuma, farkında olma, bırak soyut somut dahi düşünmeni istemez bu sistem…. Çünkü düşünürsen sistemin senden istediklerini sorgulamaya başlarsın bir gün gelir… Aç kalacaksın, susuz kalacaksın, yolsuzlulara maruz kalacaksın, anana atana sövülecek ve sen sorgulamayacaksın…. Senden istenen bu…. Ne somut düşün ne soyut….Ama unutma ‘….. güneş çok yukardadır, ona ulaşamayız ve bu yüzden onu balçıkla kapatamayız; bu iş bu kadar basittir….’
ANLADIĞIN KADAR ÖZGÜRSÜN…..
BİR AN ÖNCE ANLAMAYA BAŞLA….
HER ŞEY BENİM ELİMDE HE Mİ?
January 4, 2011
İnsan şansı davet edebilir mi hayatına acaba? Hani iyilik iyiliği, kötülük kötülüğü, acı acıyı, sevinç sevinci çağırır derler ya… Şans acaba bu konuda nasıl bi yol izler? Hayatı boyunca şanslı olanlar her daim mi şanslı kalırlar?… Bahtsız dediğimiz insanlar hep bahtsız mı yaşarlar? Yani, demem o ki hiç değişir mi insanın şansı… Misal ben şanslı bi insan olduğumu bilirim ve bu konuda pek de yanılmam… Bu yüzden midir ki şansın devam etmesi? Pozitif düşünüğüm için mi ben hep şansım yaver gidiyormuş gibi hissediyorum? Peki şanstan yana yakınanlar da sürekli şansızlığı mı çağırırlar… Bence inançla ilgili bu… İnanmak gerek… Bi şeye inanmak, bu evrenin bi düzeni olduğuna ve bu düzeni bi yaratan olduğuna inanmak; bununla birlikte o yaratıcının seni yalnız bırakmayacağına işte bu yüzden olmasını istediğiniz şeyin olacağına inanmak…. Şansı bu fikir oluşturmaz mı sizce? Peki, diyeceksiniz arzumuz gerçekleşmedi, o zaman bunun adını ne koyacağız? Ben şahsen ‘Hayrlısı bu imiş de ondan böyle oldu.’ diyerek kahretme mekanizmasını çalıştırmıyorum… Neden mi? O süreç çok ağır geliyor ruhuma: Neden? soru kelimesiyle başlayan ve ‘ Ben kime ne ettim Allahım….’ diye devam eden ağır ve cevapsız bi süreç… Ve inanın bana, hepinizin başına gelmiştir…. Hiç kimseyede bi faydası yok…. Sinir bozukluğundan başka bi ……….. yaramıyor…. Sonra devam eden günler ve olaylar da bu huzursuz bünye için çok olumlu olmayabiliyor çünkü enerjiniz negatif…. Artık sizin olumlu bi sarkaçın içine girmeniz çok mümkün olmayabilir en azından bi süre…. İşte bu yüzden denilebilir mi ‘ İnsan şansını kendi yaratır….’ Yaratmak için pozitif düşünmek yeter mi? İnanmak yeter mi? Bence yeter…. Ama boş düşünmeyeceksiniz…. Hayal etmekten bahsetmiyorum ben… İnanmaktan söz ediyorum; bu arada her inandığınız şey de mümkün olmaz, olamaz….O zaman inanmak salt işe yaramıyor. Evet yaramıyor… Eeeeee? Cevap nerde? Kader mi acaba cevap….
John Chatfield ‘Pratikte iyİ ve kötü şans eş anlamlıdır; sadece iyi ve kötü seçimler önemlidir.’ diyerek şansınızdaki birincil faktörün sizin yaşamınıza bakış açınız ve sizin yaşamınıza etkileriniz oluğunu vurgulamıştır. Bence gayet de haklıdır. Olaylar bazen sizin baktığınız yere göre anlamını değiştirebilir. Bakan da siz yorumlayan da siz olduğunuza göre değişikliği de siz yapabilrisiniz. Yani demem o ki şansınız sizin elinizde…. Bu cümleyi yazınca da Yavuz Turgul’un Gönül Yarası filmindeki Meltem Cumbul’un Şener Şen’e isyan ettiği ‘ Her şey benim elimdeydi he mi? Beni sattılar…..’ diye başlayan replik geldi….. Bilmiyorum o kadarı da bizim elimizde mi ama? Yaşam denen bu sahnede her şey oynanıyor ; her şey cevaplanıyor fakat sorular hep daim….. Beliki de soru sorabildiğimiz sürece varız ha ne dersiniz?
ANLADIĞIN KADAR ÖZGÜRSÜN…..
YENİ YIL
December 30, 2010
Yeni hep sevilen, arzu edilen ve kutlanandır. Bir şeyin yenisinin olması aynı zamanda eskisinin olmasını da gerektirir, yeninin tadı aslında eski ile birlikte çıkar. Yeniyi yeni yapan aslında eskidir. Yani, yeni eskinin yüzü suyu hürmetine yenidir; işte bu sebeptendir ki insan oğlu eskiye saygı duyar da yeniyi kutlar. Pek severiz biz yenileri: yeni evlilikleri düğün törenleriyle, nişan törenleriyle kutlar takılar takarız; yeni bebekleri görmeye gider, agucuk yapar armağan veririz; yeni evleri illa görmeye gideriz; evin eşyasını yenileyince tarifsiz bi huzur kaplar içimizi şöyle bi kahve yapıp yeni koltuğa oturur damak şaklata şaklata içeriz; yeni bluze eteğe hele de ayakkabı ile çantaya dayanamayız; küpemiz yeniyse hele de farkedilirse deymeyin keyfimize bayılırız; arabamız yeniyse şöyle içine daha bi afilli otururuz; yeni parfüm, yeni ruj vazgeçilmezimizdir…. Bu liste böyle uzar gider. Aslında işte benim son yenim bu : Yeni yazım… Bu da çok heyecan vericiymiş, ilk kez tecrübe ediyorum. İnanın bu yeni hazdan da çok hoşlandım… Yeni kutlanır hep, yeni kazak daha bi itinalı giyilir bir iki kez, yeni arabanın hep bi tarafı eğridir kutlamadan düzelmez, yeni broş bir kaç kez, çıkarılıp her seferinde kutusuna konur, yeni ayakkabı evde bi giyilir şöyle aynada bi süzülür, yeni saç hep fönlüdür, yeni meslek erbabı kutlanır ve hayırlı olsun denilir hediyeler verilir, bayramlar yeniler alınarak ve kullanılarak neşelendirilir….Bu arada eski hep saygıyla anılır ve en haz verici şeylerden biri de elindeki eskinin bir diğerinin yenisi haline getirebilme becerisiir. Eğer bunu da yapabildiyseniz sizden iyisi şamda kayısı olur….
YENİ YIL…Seneye eski olacak yıl da kutlanır; tabi kutlanacak belki de en önemli yeni odur. Birden her şeyi yeniler, tarihi, takvimi, planları, doğumgünlerini, bayramları, tatilleri, bi de ne hikmetse iç çamaşırlarını… Hayata bi reset atılır ve hiç bi şey olmamış gibi devam edilir. Bence yeni yılın ereği budur bizim gözümüzde… Her şeyin nedense farklı olacağı umuduyla uyanır insanoğlu 1 Ocak sabahı… Ve genelde umudunu ertesi güne pek taşıyamaz.” Ama olsun” der”…. olacak bu yenisi, bunda her şey farklı olabilir.” diyerek başlar her güne yeni yılda bir kaç gün… Bu yüzden yeniyi severiz, yeniyi yaşamadığımız için merak ederiz nasıl davranacağını bize… Yeni merak duygusunu barındırır içinde, merak hevesi ; bunlar da hep adranelin salgılamamızı sağlayan duygulardır. Heyecan sonunda mutlu eder bizi…. Evet, istenilen son bu: mutlu olmak….Yeni bizi mutlu eder, etmeyeceği varsa da mutlu eder; çünkü ne olursa olsun onun öyle bi sorumluluğu vardır. Bu sorumluluğu yerine getirdiği sürece revaçta kalır; işi bitince birden dünden bugüne eskir… Bir yenisi gelir ve farkında olmadan bakarsınız hep yeniden bahsediyorsunuz…. Ta ki o da eskiyinceye kadar…. Ama hiç bi şeyin eskisi insan eskisi kadar ağır olmaz… Neyse ondan sonra bahsederiz….
YENİ YIL; BENİ, SENİ, BİZİ YENİLESİN….
ESKİSİNİ ARATMASIN….
HEPİNİZE MUTLU SENELER, HEP BİRLİKTE…
ANLADIĞIN KADAR ÖZGÜRSÜN…
MUTLULUK
December 27, 2010
İşte belki de insanlık tarihinin en karmaşık konusu budur: Mutluluk… Çok görecelidir aslında kişinin dünyayı algılamasıyla değişkenlik gösterir. Kimine göre bi ıssırık çukulatadır, kimi ne göre bi yudum şarap, kimine göre bi nefes sigara ve kahve, kimine göre sıcacık bi yatakta sevdiğin insanla bi saatlik uyku… Bu liste uzar gider de herkesin mutluluğuna yine de dem vuramayabilirsin… Neden mi? Bence mutluluk ruhu okşar aslında, yüzünü güldürür, gülümsetir ama değişkendir. Bu gün seni mutlu eden yarın çok üzebilir. Bu da mutluluğa zaman kavramını ekler. Evet mutluluk zaman ve mekan içerir… Ankara’da Eskişehir yolunda hız yapınca mutlu olursun da İstanbul’da Nevizade’de iki tek atınca, İzmir’de kordonda dondurma yiyince, Eskişehir’de Porsuk’a karşı nargile keyfi yapınca, Erzurum’da en iyi cağ kebabını yiyince, Fethiye’de denize girince… Bu böyle uzar gider… Aslında ruhtur mutlu ya da mutsuz olan. Mutlu olacağı şeyi de yeri de o seçer. Ve çok seçicidir aslında. En seçici olduğu konu da insanlardır. Yanında mutlu olduğu insanlar. İşte burası zurnannın zırt dediği yer. Diğer mutluluklar anılarda ve fotoğraflarda kalabilir de insanın yanında mutlu hissettiği insanlar hep yüreklerinde oturur. Ne zaman nerde olursa olsun gözleri onları arar, kulakları onların seslerini işitmek ister. Burda da mutluluğun sevgi ile doğru orantısı çıkar ortaya. Sevdiğin şey mutlu eder seni. İçki içmeyi sevmiyorsan bi shot tekila mutlu etmez seni; kahve tutkunu değilsen film izlerken kahve içmek istemezsin aklına gelmez, film izlemeyi sevmiyorsan onu gecenin herhangi bi saati izleyebilmek seni mutlu kılmaz. Eğer mutlu olmak istiyorsan sevmelisin onu. Onu yaptığın yeri mekanı seveceksin ve onunla bütünleştireceksin… Issız bi adayı oraya düşünce seveceksin şartlar öyle gerektirecek ve mutlu olacaksın bundan…
Bu arada mutluluk hayatın birincil hedefidir. Yalan mı? Hepimiz en çok mutlu olmayı istemiyor muyuz? Ben istemiyorum diyen var mı? Ben istiyorum, hayatta en çok mutlu olmak istiyorum. Peki bunun için insanoğlu nereye kadar neler yapar? Sınırları var mıdır? Mutluluk için?
Shakespeare der ki mutluluk senin gözlerin, senin sesin ,senin beni arayışın uzaklarda…. Acaba, sormak lazım Shakespeare’e onu aramasaydı o gözler yine de mutlu olur muydu? İşte burda da mutluluk kavramının içine bencillik girer…Aslında basit zannettiğimiz mutluluk ne kadar kompleks bir kavrammış: Zaman, mekan ve insan seçen bencil sevgi….Pöh…. İşte mutlluluğun tanımı…. Beğendiniz mi?
ANLADIĞIN KADAR ÖZGÜRSÜN…
… OF ALL TIMES
December 24, 2010
Ondan bahsederken hep kullanılan tanım dudur: The best movie of all times… Tüm zamanların en iyi filmi… Çok iddialı değil mi? Evet bence de çok iddialı fakat çekildiği yıl ile o zamanki imkan ve imkansızlıklar düşünülürse gerçekten çok ama çok iyi bi filmdir. 1941 yılı fimidir Citizen Cane. Ünlü yönetmen usta Orson Welles filmidir ve çok ince bi işçiliğe sahiptir. Yapım şirketlerinin tekelinde çekilen beyaz telefon filmleri furyasının ardından sektör artık kendi özünü ararken , aslında imkansızlıklar dahilinde çekilen senaryo ve kurgusu şu anki senarist ve film yapımcılarına ders diye okutulan bi filmdir Citizen Cane – Yurttaş Kane…. Cane zengin bir adamdır. Çok zengindir ve ölmüştür aslında. So nefesine de tek bi kelime söylemiştir: ROSEBUD…
Bazı replikler ya da kelimeler filmlerin namını aşmıştır. İşte Rosebud da onlardan en önemlilerinden biridir. Bir gazeteci bu kelimenin peşine düşerek Cane’in yakınları ile röportaj yapmaktadır ve film söyleşi iskeletine oturur kurgu olarak…. Anlatıldıkça sahneler akar ve alıcının kurguyu yaratması sağlanır. Siyah beyaz bi şölendir Citizen Cane… Kullanılan ışık oyunları ile alıcının söylenmeyen mesajları da almasına özen göstermiştir Welles. Merdiven sahnesinde çekimi merdivenin aşşağısından yaparak Cane’in büyüklüğüne vurgu yapmış; ekomomik çekim denilen çekim tarzına çokça başvurarak kısa sekanslarda çok fazla anlatım gerçekleştirmiştir. Cane’in hayatında meydana gelen değişiklikler alıcıya hızlı değişen sahnelerle ekonomik olarak veriliyor,fotoğrafa yakın çekim yapılarak şu anki zamana geçiş, ilk karısı ile masa başında yaklaşık bir dakika içinde aralarının bozulduğu mesajını veren ve hızla sahne dğişimi yapan Welles’in bu tarzı o yıllar için çok hızlı ve keskin değişiklikler olarak bilinir sinema için. Bu sebepten ilk izlenildiğinde eleştirilmiştir hatta. Tiyatral çekim kullanan Welles, ışığı dramatik olarak kulanmıştır çokca ve bununla birlikte tavan çekimi ve oyuncular arası göz teması da kullanmıştır ki bu 1940’a kadar yapılan bi şey değildir.Araştırma yapan gazetecinin yüzünü asla göstermemekle alıcının kendisini gazeteciyle kişileştirmesini sağlar. Ve sonuçta soruları soranın kendiniz olduğuna inanırsınız. Anormal kolleksiyonları ile Cane’in doyumsuzluğuna dem vuran yönetmen simgeleri ve sözcüklerle cevap verir bütün sorularınıza….Çekimlerinde alan deriğinliğini çok iyi kullandığı için tüm ayrıntılar net ve keskindir. Shakespearain çekimi de eşinin odasını dağıttığı sahnede kesmeden, gerçekçi ve ayrıntılı olarak kullannan Welles filmin sonunda kullandığı ayna metaforuyla birden fazla Cane olduğunun ve bunların hepsinin mutsuz oluğunun da çadır sahnesinde ses kuşağıyla oynayarak altını çizerek ifade etmiştir ve bu o zaman için müthiş bi yöntemdir… ‘Ben herkesin ne düşüneceğine karar veririm.’ diyebilecek kadar iddialı ama yalnız bi adam olan Cane son nefesinde kayıp çocukluğu ve annesiyle karşılaşıp kaykay, yani oyuncak mataforuyla ki üzerinde Rosebud yazar,kaybettiklerinin kazandıklarından fazla oluğunu ifade ederek vefat eder. Böylece film başladığı gibi biter. Bu da alıcıda kısır döngü hissi uyandıracak kadar kötümser bi sondur….
İşte bütün bu ilk defa denenen, ilk defa algılanan ve ilk defa öğrenilen sinema teknikleri sebebiyle tüm zamanların en iyi filmidir… Özet olarak günümüz sinemasına ışık tuttuğu için tüm zamanların en iyi filmidir. ‘Filmin amacı,sorunun çözümünden çok onun sunumudur.’ diyen Orson Welles birbirinin gözüne bakmadan oyun çıkaran parlak aktör ve aktrislerin devrini kapatarak auteur sinemasıyla tanıştırmıştır bizi… Eğer daha seyretmediyseniz hiç vakit kaybetmeyin….
SİNEMAYLA KALIN…
ÖKÜZ OLMAK
December 23, 2010
İnsanların hepsi mi öküz doğar; yoksa sonradan öküz olmak mümkün müdür?
Bu aralar bu soruya cevap arıyorum kendimce… Düşünmeye de çok ama çok sevdiğim biri bana ‘Kızım sen öküz olamıyor musun?’ diye sorunca başladım. Önce bütün akşam bu soruya güldüm; sonra da verdiğim cevaba hayıflandım. ‘HAYIR, ben öküz olmayı bilmiyorum.’Bana göre insanlar sadece insan olabilir ama olmadıklarını da tecrübe ediyorum malesef. Selam vermeyen,veremeyen, vermekten çekinen, konuşamayan, sen konuşunca dinlemeyen, gözüne bakarak konuşmaktan ürken, kadınım diye elini uzatmayan, her konuda her şeyi bildiğini zanneden ama bi numarası olmayan sirk maymunları gibi sadece halka çeviren, gördüğünü değil anlamak istediğini anlayan, sonra bunu abartan, kendinden başka herkesi doğruyu anlamamakla ve bilmemekle suçlayan ambalajı parlak insancıklar öküzler….
Bunlar her gün ama her gün insan kılğında çıkar karşınıza. Trafikte sıkıştırmaya çalışır genelde seni, sırada önüne geçmeye çalışır, dolmuşta yer vermek için dış görünüşe göre seçim yapar, seni insan olarak değil genellikle cinsiyetine göre ayırır diğer canlılardan, küçümser yaptığın işi çünkü eğer o yapmıyorsa senin yaptığın işin ne önemi vardır ne de zor ve meşakkatli olması mümkündür, senin aldığın eğitimin hiç bi önemi yoktur sen ondan daha fazla veya iyi bilemezsin yok öyle bi ihtimal: Öküzler hep en iyiyi bilir…
Öküzü, öküz olmayandan nasıl ayırırız?
Bu sorunun cevabını vermek zor. Hele ben bu soruya cevep verme yetisine sahip değilim çünkü hakikaten önceleri anlamıyorum. Düşünüyorum da acaba açık mı vermiyorlar? Pinokyolar gibi çok iyi mi kamufle oluyorlar bilmiyorum. Tek bildiğim, en çekilmezi herhalde evde bi öküz olmasıdır. Ben bu konuda çok sanslıyım çünkü benim evde yok öküz…. Bilmem belki de tecrübesizliğim bu yüzden. İş yeri, kanımca öküzle yaşanması ikinci zorlukta olan yerdir. Ama bu konuda sanş beni de yaya bırakmış….
Seni aşşağılamaya bayılırlar öküzler. Çünkü sen bunlara şaka diye gülüp geçersin önce; salaksın ya…. Parayla mı? Kendilerini hemen açık etmezler önce arkadaş olabilirler. Ama unutmayın arkadaş dahi olsalar öküzdürler ve bir yerde artık oyun oynayamazlar ve maskeleri düşer. İşte o andır, bittiğniz an… Sizde sadece bi burukluk hissi uyandırırlar… ‘Aaaaa, bu da insan değilmiş,tüh….’diye hayıflanır ve daha önce aranızda geçen konuşmaları, alış verişleri, yaptığınız fedakarlıkları düşünür ve ham armut gibi oturduğunuz yere mıhlanırsınız….
İşte o an var ya o an… Benim yaşamaktan en fazla bunaldığım, daraldığım ve nefret ettiğim anlardan biridir.
İnsanın yanıldığını anlaması ve çevresinde insan kılığında bi öküzün daha olduğunu algılaması çok yıpratıcı bi duygudur. En çok korktuğum da bunların kabul görüp insanların git gide neslinin tükenmesi… Adamı zorla günaha sokar bunlar… Düşünüyorum da ben öküz olabilir miyim acaba? Konuştuğu kişinin cinsiyetini en son düşünen ben, markette sırasını veren ben, söz ağızdan çıkar diye kıytırık şeyleri bile yerine getiren ben, kimsenin özel gününü untmamaya çalışan ben, selam vermeye özen gösteren ben, insanların yüzüne bakarak konuşabilen ben, çekinmeden derdini anlatan ben, hep dik duran ve eğilmeyen ben, hatrı güden ve unutmayan ben, ilşki kurarken insan seçmeyen ben olabilir miyim sizce öküz? Ben bu soruya cevap vermeyeyim en iyisi. Belki de vermişimdir çoktan. Ama öküzler anlamaz… Anlamasın da zaten….. Ben öküz olamam ; biliyorum da en azından onlara insan muamelesi yapmaktan vazgeçebilirim….
HADİ RASTGELE….