KÖPEKDİŞİ
May 27, 2011
Görünüşte ve pratikte ‘Dogtooth’ bir film ama öyle iki şişe bira ve ve bir tabak tuzlu fıstık eşliğinde izlenilecek bir film değil. Eğer Haneke ve Trier’in filmlerine aşina değilseniz ve karnınızda bir gerginlikle film seyretmekten hoşlanmıyorsanız seyretmeyin demeyeceğim. Zira bu filmi seyretmeyin demek sinemaya başlı başına ihanet olur….
Kirli dünyadan korumaya karar vermiş anne baba çocuklarını ve bunun en mümkün yolunun onlar için yeni bir dünya yaratmak olduğuna kanaat getirmişler. Bunun nedeni ile ilgilenmiyor yönetmen Giorgos Lanthimos ve senarist Efthimis Flippou; daha çok süreci ve sonucu çırılçıplak çok iyi bir oyuncu performansı ve yönetimi ile gözler önüne seriyorlar. İkisi kız üç kardeş olan çocuklar için yeni bir dil ve yeni bir ölçme değerlendirme sistemi yaratılmış anne ve babası tarafından. Dış dünyayla ilişkileri tamamen kesilmiş. Kapının dışına, evden dışarı sadece baba arabayla çıkıyor. Çocuklar eterle kendilerini bayıltarak oyun oynayacak kadar farklılar. Sürekli garip boyutlarda eğitiliyorlar. Bir kedinin abilerini öldürdüğüne inançları sebebiyle kedi gibi bir hayvanı canavar olarak tanıyorlar. Çoğunlukla iç çamaşırlarıyla geziyorlar. Çünkü giyinmek ve vücutlarını korumak gibi değer yargıları yok. Ayrıca en fenası sadece köpek dişi sallanıp düştüğünde evden ayrılabileceklerine – o da arabayla – feci halde inançlılar.
Dış dünyayla tek bağları, babanın erkek çocuğun cinsel ihtiyaçları için eve getirdiği – nasıl getirdiğini filmi izleyip görün – güvenlik görevlisi. Ama öyle şehvetli sevişmeler falan olmuyor aralarında. Sadece ihtiyaç giderme maksatlı, hiç öpüşmediler mesela. Bu kızın, kız kardeşlerle iletişimi ile ‘haz’ ile tanışan kızlar birbirlerini yalayarak istediklerini yaptırır hale gelirler. Onlar için farklı ve çok önemli olan fosforlu bir taç yüzünden ‘Dil’ kullanarak istediklerini elde ettiklerini düşünen kızların bunu bizim algımızdan çok farklı dürtülerle yaptıklarını filmin sonunda çok ama çok net algılıyoruz.
Yalnız tek önemli olan – ataerkil aile düzeninden dolayı ki bu düzen de inceden eleştiriliyor – erkek çocuğun cinsel ihtiyacı ve bunu temin etmek için en çirkinini kendi elleriyle yapmaktan geri durmuyorlar. Fakat çocuklar hiç bir şeyin farkında değil. Öyle bir algıları yok, yaratılmamış. Televizyonu tanımayan, bilgisayarı olmayan müzik dinlediklerinde farklı bir dil bildikleri için tercümeye ihtiyaç duyan bu zavallı gençlerin ‘ Seks’ ve ‘Haz’ gibi algıları yok. Eğlenceleri kek yeyip, sözde büyükbabalarının şarkısını babalarının tercümesi ışığında dinlemek veya kendi videolarını seyretmek. Filmi izlerken şarkının tercümesinin ana temasına dikkat etmeyi ihmal etmeyin sakın….
Yeter bu kadar spoiler; filmin tadını (!!!!!) daha fazla kaçırmayayım. Müzikle süslenmeyen sekanslar – tıpkı Haneke – , karakterler arasındaki abuk dil ve mantıksız eğlenceler önce sizi çok rahatsız ediyor. Lakin onların algılarının bundan öteye geçmediğini algıladığınızda asabınız iyice bozuluyor. Son mu? Son feci…… Gerçekten, Trier’in filmlerinin arından 5-10 dakika oturduğunuz yerden kalkamazsınız ya hani işte öyle çakıldım koltuğa.
İnsanları bir kalıba ne yaparsan yap sokamazsın. Ve hiç bir insanı içine bulunduğu yaşamdan koruyamazsın, ondan gerçeği saklayarak sadece büyük ve önlenemez bir merak yaratmaktan başka bir işe yaramaz bu…. Yok böyle bir şey…. Başka bir dil konuştur, tuzluğa telefon dedirt, kediyi dünyanın en korkunç canavarı olarak tanıt, uçağı tek oyuncak olarak algılat…. Ne yaparsan yap…. Değer yargıları kazandırman yeterdi de artardı da…. Yoksa dayatma yaşamlar hep bir felaketle sonuçlanır; çünkü insan ruhu değişkendir ve özgürür. Gaz gibidir; istediğin kadar sıkıştır, kaçacak bir delik bulur ağzını yüzünü kırması gerektiğine inansa dahi….
Seyredin, kıçınıza kuşun yemiş gibi olacaksınız…..
NOT:Artık klavyeye bakınca sinirden gülüyorum….
SİNEMAYLA KALIN…..
I AM SAM
April 21, 2011
Evet o bir film… Ama o film o kadar fazla hassas damarlara dokunuyor ki biz sinema severlerin ajandasında her zaman çok özel bir yere sahip olan ve hep çok sevilen bir filmdir o. Benim için özel olmasıının ilk sebebi Sean Penn’in başrolü oynamasıdır. Aslında oynamak dersek Penn’e büyük haksızlık etmiş oluruz. Neden diyeceksiniz…. O kadar içten ve o kadar kusursuz çalışılmış bir karakter ki bir seyirlikle karşı karşıya olduğunuzu size hemen unutturuyor. Strarbucks’ta başlayan ve alıcıyı hemen içine alıveren giriş sahneleri zaten size alalade bir film seyretmeyeceğiniz sinyallerini veriyor. Birden o mekanda buluyorsunuz kendinizi ve Sam’e yardım etmek arzusu ile yanıp tutuşuyorsunuz. Ona bardakları anlatmak ve kuralları öğreterek elinden tutmak istiyorsunuz. Gözleriniz mütemadiyen ıslak seyrettğiniz 2001 yapımı Jessie Nelson imzalı Sean Penn ve Michelle Pfeiffer’ın harika oyunlarıyala sizi kavrayan ve oturduğunuz koltuğa çivileyen bir yaşam resmi hikayesi bu film. Zihinsel özürlü bir adamın önce yaşam sonra da kendini kabul ettirmesinin acımasız hikayesini Sam’in evladı üzerinden, bu arada Sam’in aksine zihinsel faasaliyetleri normalden daha fazla olan tatlı bir kız çocuğu o, Sam’in gözünden ve bununla birlikte toplumun gözünden anlatan iyi kurgulanmış başarılı bir sinema filmi I am Sam…
İnsan üstü akılcı ve gerçekci bir oyunculuk çıkaran Sean Penn’in oyunculuğu da çok iyi yönetilmiştir kanımca. Acı ve mutluluğu çok kararında harmanlayan oyunculuğu sayesinde hepimiz birden Sam oluveriyoruz. Derhal içselleştiriyor onunla anında karar verip onunla ağlamaya başlıyoruz. Vücüdunu çok mükemmel bir şekilde oyununda kullanan Penn sayesinde filmde ikileme düşmenize rağmen asla taraf değiştirmiyorsunuz. Aslında çok büyük bir yalınlık var oyunculuğunda kimi zaman oynadığını unutup ‘Ulan!!!! Sam…’ diye sizi tatlı tatlı güldürürken yakalıyorsunuız kendinizi… Kızıyla arasında kurduğu iletişim ve bu iletişimi devam ettirebilmek adına verdiği onca taviz ve azimli onca değişiklik onu sıkça takdir etmemizi sağlıyor…. Ama gerçek, o acımasız gerçek, burnumuza sokulduğunda kimin tarafında yer alacağımızı kestiremiyoruz…. Ne olursa olsun sevgi kazanır mı? Yoksa gerçek her zaman gerçek midir?
Pfeiffer hiç sönük kalır mı Penn’in karşısında? Asla….
Karşılıklı sinir harbi içinde gerçekleştirdikleri – Sam’in sinirden oldukça hızlı konuştuğu- diyalogtaki performansı ve karşılama ıskalamayan vücut diliyle çok seyredilesi bir performans sergilemiştir. Şaşkınlığı, bencilliği ve acımasız sistem içindeki varlığını alıcıya oldukça net ve itinalı ifade edip oynamıştır ki bütün sinemaseverlerin O’nu tanıdığı ve asla unutamayacaklarını anladığı film olmuştur Pfeiffer için I am Sam….
Bence çok önemli bir söylemi vardır filmin: Sevgi ihtiyacınız olan tek şeydir…. Diyeceksiniz ki inanması güç… Evet, bu hayat şartları içinde çok zor gözüküyor…. Ama ister inanın ister inanmayın içinde bulunduğunuz her türlü sıkıntının tek reçetesi bu… Bunu biz sözde akıllılar anlamakta kimi zaman güçlük çeksek de gerçek bütün çıplaklığıyla bu kadar basit aslında… İhtiyacınız olan tek şey; anlamak için, anlatmak için, özel olmak için, insan olmak için Sam olmak veyahut Sam’i anlayabilmek için tek lazım gelen olgu sevgidir…. Bizden sonrakilere anlatmamız ve bozmadan bırakmamız gereken gerçek budur kanımca…. Sam haklı hem de çok…
Sam: People like you don’t know what is like to get hurted. Because you don’t have feelings. People like you don’t feel anything!
KAYBETMEYELİM…. KAYBETMEYELİM….
SİNEMAYLA KALIN….
SADAKAT
April 16, 2011
Naif, sade, dolu bir dostluk hikayesi ‘Bizim Büyük Çaresizliğimiz’…. 15 Nisanda vizyona girdi. Hoş bir Türk filmi… Bir Ankara filmi…. Aşk çıkmazında sıkışmış iki dostun haikayesi. Ama onların dostluğu öyle bildiğiniz uzun süre görüşmeyince, arayıp sorulmayınca biten sözde dostluklardan değil. Onlar şimdi harbi dost diye tabir ettiğimiz dostlardan… Onlarınki mahalle veyahut okul arkadaşlığı ya da birlikteliği değil… Onlarınki sadakat dolu sağlam bir evlilik aslında…. Evet evlilik diyorum bu iki erkeğin arasında olanı tanımlamak için, onların arasındaki sağlam ilişkiyi en iyi tanımlayan kelime bu çünkü….Birbirlerinin her türlü zaaflarını ve yumuşak noktalarını çok iyi bilen ve bunlarla yaşamaya alışmış iki iyi dost….Aynı evdeler, hep birbirlerinin yanındalar; öyle ki beraber balık yapıyorlar, bulaşık makinesi boşaltıyorlar, sofra kuruyorlar, çay yapıp içiyorlar film seyrederken, kavga ediyorlar ama küsmüyorlar…. Bütün bu sahneler bana kendi evliliğimi hatırlattı ve işte bu yüzden onların ilişkisine sadık bir evlilik ismini koydum…. Onlarla yaşamak zorunda olan bir genç kızın varlığıyla aniden değişen hayat düzenleri bile sarsamadı onların dostluklarına olan sadakatlerini…. Birbirlerine duygularını itiraf ettiklerindeki tepkileri kimilerine göre tepkisizlikleri de oldukça dokunaklı ve şiirseldi… Olabiliyormuş demek ki dedirten cinsten adama….
Bir edebiyat uyarlaması olan ‘Bizim Büyük Çaresizliğimiz’ benim kitabın yazarı, filmin yönetmeni ve oyuncularıyla birlikte Ankara galasında seyrettiğim bir film olması sebebiyle benim manevi dünyamda farklı olan yerini hep koruyacaktır. Yalnız bu naif ve ağır bir Cemal Safi şiiri tadındaki filmin neden müzikle taçlandırılmadığını düşündüm durdum izlerken. Bir de kişiliklerin karmaşık duygu ve düşüncelrini daha fazla monolog ya da diyalogla gözler önüne serilmesini dilerdim özellikle bir edebiyat eseri olduğunu düşünürsek…. Bunlar benim naçizane film hakkında olsaydı daha iyi olurdu diye düşündüğüm durumlardır. Bunun yanında üç oyuncunun da oyunculuklarının çok iyi yönetildiğini ve içinde büyüttükleri duyguları anlaşılır ve aşırıya kaçmadan iyi ifade ettiklerini düşünüyorum….
İnsanın yaşadığı şehri filmde seyretmesi ve ‘Aaaa, burası şurası değil mi? hissiyatı ile her yeri hatırlamaya çalışması da ayrı bir zormuş film seyrederken. Tabi o ilginç ve ciddi uzun yürüyüş rotasına değinmeden edemeyeceğim… Neyse o kadar kusur kadı kızında da olur deyip geçelim olsun bitsin… Karakterlerin uzağından hatta üzerinden yapılan ve alıcıya sen dışardan seyredensin diyerek kadraj dışına atan çekimler başarılıydı ve bize her daim dışardan izleyenin sahip olduğu kadar eleştirme hakkına sahip olduğumuzu hatılattı. Biz ancak Ender ve Çetin’in izin verdiği ölçüde onları tanıyabilecektik…. Onlar ne kadar neyi öğrenmemizi isterse o kadarını öğrenebildik. Ben filmden çıkınca bana Truffaut’un ‘Jules and Jim’ ini anımsattığını söyledim; tabi ki hikaye ve karakter örgüsü degil ama o iki adamı hatırlattı ucundan bana. Bu da bence Seyfi Teoman’ın başarısıdır kanımca…. Gidin, bu dostluk filmini izleyin…. Bakalım siz kendinize ne tür çaresizlikler çıkaracaksınız bu dostluktan…
HADİ İYİ SEYİRLER….
KÖPEKLER
January 23, 2011
http://www.spike.com/video/reservoirs-dogs/2978645
Onlarla ne zaman tanıştığımı inanın hatırlamıyorum. Tek bildiğim onları çok sevdiğim ve oldukça özümsediğim. Evet onlar… Biraz kalabalıklar… Fazlaca serseriler… Siyah takım elbiseli, ütüsüz beyaz gömlekli sokak itleri onlar… 1992’de girdiler hayatımıza, en delifişek, en sorumsuz, en aptal aşklarım onlar benim: RESERVOIR DOGS… Mr.Blonde, Mr.Brown, Mr.White, Eddie, Joe, Mr. Orange, Mr. Pink,Mr. Blue…. O meşhur film afişindeki sıralamalarıyla Resevoir Dogs. Her gece iyi geceler dilediğim müthiş sokak mafyası… Mr. Brown, Quantin Tarantino, Hollywood’un yaramaz çocuğunun ; pek kural tanımayan, alaylı ama gözü keskin yırtık yönetmenin ele avuca sığmayan dillere destan filmi.. Uzun uzun yapılan saçma diyaloglar, genellikle kavga veya itişmeyle son bulan vahşi söylemler, kulak keserek yapılan işkenceler, bolca kan, yersiz ve sebepsiz şiddet…. En sevilen en çok hatırlanan o şirsel ağır çekim yürüyüş sahnesini kaç kere başa aldığımı inanın hatırlamıyorum…
Bu işe yaramazlar bir de dünyanın belki de en absurd konularında dakikalarca konuşma yeteneğine sahiptirler. Madonna’nın ‘Like A Virgin’ şarkısının edebi ve ahlaki değerlendirmesiyle başlayan giriş sahnesinin ardından hepimizin en favori sahnelerindendir ‘ Neden bahşiş vermeliyiz?’ konulu etik konuşma, değil mi? Hele o, Mr. Pink’in gayet ciddi ve umarsız bu konuya muhalefetini belirttiği sahne sonunda ben biliyorum hepimizin ağzından ortak ne tarz tepkiler çoktığını… Aslen çok eğlenceli bir şiddet filmidir Reservuar Köpekleri… Diyeceksiniz ki bir şiddet filmi nasıl eğlenceli olabilir? Cevabı ‘Budur, abi dudur işte…’ dedirtecek kadar bu soruya cevaptır filmin kendisi ve karakterleri…. Onlar çok gerçekçidir, yaptıkları iş tasvip edilmese de tarafımzdan, onlar bizim için evimizin duvarına posterlerini asabilecek kadar kendilerini sevdiren olağanüstü gerçek karakterlerdir… Amca oğlu veyahut dayımızın oğlu kadar gerçek ve bizden….. Evet bu yüzdendir en vahşisi Mr. Blonde kulak keserken aynı onun gibi ağız bükmemiz… Halbuki normal olup kulağını kaybeden gibi bayılmamaız gerekirken biz Bay Sarışın oluveriririz birden…. Bütün film boyunca yerde yatan Mr. Orange ile inler dururuz… Ve onun aslında ne olduğunu öğrenince zamanında ölmediği için hayıflanırız… Mr. White’ ın amansız koşuşturmacası ile yoruluruz… Biz işte bu yüzden onları çok severiz aslında onlar bizim içimizde sakladığımız renklerdir…. Oyunculukları çok iyi kotarılan ve harika performanslar çıkaran Harvey Keitel, Tim Roth, Steve Buscemi, Chris Penn, Quantin Tarantino ve Micheal Madsen bize içimizde sakladığımız renkleri hatırlatmışlardır film boyu…
Güvensizlik ana teması üzerine kurulu filmde karakterler birbirlerine kendi isimleriyle seslenmezler , iş verenleri de bunu istememektedir… Bu bi alışılagelmiş aile mafyası filmi değildir. Bu filmde sokak alfabesinin kullanıldığı sokak dili hakimdir ve bu da yeri gelince sırtını dönmeyi gerektirir… Cinayetlerin izleri cinayetle örtülür , iş patlar ve delik deşik edilen kuyumcudan kaçan itler muhbirin peşine düşer…. Bu arada aynasız yakalanır ve kulağı kesilir ama bütün bu kanunsuzluğa rağmen Tarantino alıcının itlerden yana taraf olmasını sağlar ve belki de bunu sebeblerinden biri de alt metinde kullandığı ince esnek mizahtır. Pek çok eleştirmen Tarantino filmlerinin bir çok yönetmen — Ringo Lam, Robert Aldrch, Robert Altman, Hitchcock, John Boorman , Luc Beson ve Godard’dan fazlaca esinlendiğini iddia eder…. Evet filmlerinin bazı bölümleri hepimize bu izlenimi vermiştir, özellikle Godard ile ilgili ama ben yine de iyi ki esinlemiş diye onu zevkle izleyen seyircilerdenim ben…. Bir şikayetim yok…
Artık öteki değil, iletişim
Artık düşman değil, pazarlık
Artık avcılık değil, birlikte yaşama
Artık olumsuzluk değil, mutlak olumluluk
Artık ölüm değil , kopyanın ölümsüzlüğü
Artık ötekilik değil, özdeşlik ve farklılık
Artık baştan çıkarma değil, cinsiyet ayrımsızlık
Artık yanılsam değil, aşırı gerçeklik,
Virtual Reality
Artık gizl değil, saydamlık
Artık yazgı değil, kusursuz cinayet var….
JEAN BAUDRILLARD
Evet ‘Artık kusursuz cinayet var…’ Eğer yolunda gitmeyen bir şey varsa planda bu demektir ki plan kusursuz değildir; derhal açıkları bulunup yamanmalıdır. Ne olursa olsun gösteri devam etmelidir tıpkı hayat gibi… Siz hiç hayatın durduğunu gördünüz mü? Köpeklerin de dediği gibi ‘ Müthiş bir oyuncu değilsen kötü bir oyuncusun demektir….’ Ve bu da senin elini zayıflatır, oyunu görmek istiyorsan elin sağlam olacak, kozun yoksa kullanacağın tek blöf var: ŞİDDET….
SİNEMAYLA KALIN…
SOKAK EFENDİLERİ
January 9, 2011
İşte ben onları hep büyük bir zevkle seyrettim. O kadar büyük bir zevk ki bu belki bazılarını onlarca kez bıkmadan usanmadan seyrettim. Beyaz atkılı adamlar, eşleri ile – o tarz aile yemeklerine eşler getirilir; sevgililer değil- çok ama çok fiyakalı bir İtalyan lokantasında pahalı yemekler yerler. Eşlerine kıymetli özür hediyeleri verirler. Neyin özrü mü? Bu ay seninle ilgilenemedim, seni aslında bildiğin gibi aldatıyorum, sabrın için müteşekkirim…. Bu liste uzar gider. Ama o sofradaki aile her şeye rağmen çok kıymetlidir ve her zaman korunur…. Rugan ayakkabılarına kan sıçramış bu sokak efendilerini tanıdınız değil mi? MAFYA….
Hemen hemen hepsi İtalyan’dır bu mafya ailelerinin. Çoğu da ezilerek yükselmiş Sicilya kökenlidir. Heyacanlı ve bunu asla saklamayan, hayalperest, okumakta gözü olamayan, kolay para kazanma düsturu ön planda olan, aptal aşık ama iyi aşık,ekmek peynir gibi adam öldürebilen ve bu konuda muazzam yetenekli olan, karizmatik, seksi ve yakışıklı erkekler….Onların dünyasında en önemli şey Ailedir. Ama onların aile anlayışı biraz geniştir ve her ne pahasına olursa olsun korunur. Hiç kimse ailenin tasvip etmediği ya da edemeyeceği bir şeyi yapmaya kalkmaz bile.
Onların üçüncü elidir tabanca. Çok kolay kullanılır. Amaç adamı temizlemektir ve tereddütsüz gerçekleştirilir yeri gelince. Babasını bile tanımaz bunlar; hele de Allah muhafaza yamuk yapan aileden ise uzun uzun düşünülür nasıl cezalandırılacağı…. Ve kimin yaptığı hep gizlenir diğer aile bireylerinden. Bu ailelerin hepsinin genelde bir bar ya a lokanta işleten ‘Büyükleri’ olur ve ara sıra ona gidilip ruh dinginleştirilir. Bununla birlikte oldukça da dindardırlar. Bütün mafya filmlerinde bir veyahut bir kaç kilise sahnesi vardır. Hele o muhteşem cenaze sahneleri her seyrettiğimde tüylerimi diken diken eder. Büyük gösterişli siyah arabalardan inen, şapkalı somurtkan ve tetikte, iri yarı yakışıklı mafya babaları, siyah elbiseleriyle kadınları ve onların küçük boyları, çocukları… Uzun sekanslarda kullanılan bu cenaze çekimleri alıcıyı öyle etkiler ki ölenin öldüğünü hakettiğini düşünmeden edemez….
Evet, ben hep mafyadan yana oldum bu filmleri izlerken. Scarface’i izlerken son cinnet sahnesinde onun hissettiklerini anlayıp iki de benim sıkasım geldi sağa sola kötü adama ‘İyi geceler…’ demeden önce… Godfather’da Coppola’yı ‘Ne yaptın be abi sen?’ diye samimiyetle sorgulamıştım Al Pacino karısını kapıya koyduğunda. 1970,1974 ve 1990 yıllarında bizleri sarsan Godfather -özellikle oyuncu yönetimi ve cast ile öne çıkan yapımlardır- mafyayı anlamamızı ve içselleştirmemize çok yardımcı olmuştur. Sınırsız para, gece hayatı, evlilik dışı ilişkiler, bol alkol tüketimi ve kolay çekilen ve istenmeyeni temizleyen tabancalar… Ve çok sıkı ve aslında konsarvatif bir aile… İşin içinden çıkılmaz gibi geliyor değil mi? Ama seyri o kadar büyük bir zevktir ki doyamazsınız…….
Scorsese 1990’da patlatmıştır bombasını Goodfellas’la. Ne diyologlar vardır bitip tükenmeyen. Çoğu eleştirmen tarafından en iyi mafya filmi olarak ön plana çıkarılacak kaar iyi bir yapımdır. Ama Joe Pesci bence o filmde kendini aşmış bizi de koltuğa çivilemiştir. Spider’i gereksiz vurduğu sahnede kendini savunurken kullandığı dil insanı hayretler içerinde güldürür:
[Tommy has shot Spider]
Jimmy Conway: I’m fucking kidding with you; you fucking shoot the guy?
Henry Hill: He’s dead.
Tommy DeVito: I’m a good shot, what do you want from me? I’m a good shot.
Anthony Stabile: How could you miss at this distance?
Yine de favorimi sorarsanız benden Palma’nın ‘Carlito’s Way’ cevabını alırsınız. O film beni giriş sahnesiyle vurmuştur. Al Pacino’nun muhteşem ötesi olgunlaşmış oyunculuğu ve akıl almaz yakışıklı romantizmi ve elinde silahı…. Temizlenmek arzusunda eski bir mafya elemanı ve onun kendini temize çekme hikayesinde ona eşlik eden iyi oyunculuğuyla alıcının kendisine ‘Piç herif…’ demesini sağlayan Sean Penn…. ‘ A fever is gonna kill you faster than a bullet!!!!!!( Bir iyilik seni bir kurşundan daha hızlı öldürecek)’ repliği benim için en önemli hayat tecrübelerinden biridir. Bu filmde siyah takım elbiseli yumuşak siyah saçlı, aslında insan, mafya elemanının hayata tutunma çabası beni çok ama çok derinden sarsmıştır….
Yedinci sanatın en çok alıcı çeken Mafya filmelrinin en sonuncularından biri bence en teknolojik olanı yine Scorsese’nin yine oscar ödüllü Departed filmidir. Bu arada Mafya filmleri akademi tarafındaan epeyce ödüllendirilmiştir. Departed’da da işin içine derin devlet gerçeğini sokan Scorsese bu konudaki takıntısını da 2010’da Boardwalk Empire adlı dizide devam ettirmiştir
ve bu konunun çok ama çok eski yıllara dayanan inkar edilemez bir gerçek olduğunun altını çizmiştir.
Onları izlemeyi çok seviyoruz çünkü onlar bizim yapmak isteyip de yapamadıklarımız yapıyorlar. Çekip vuruyorlar,aldatıyorlar ama terkedilmiyorlar, paraları var, hatta oraya buraya sürüyorlar ve buna rağmen kalbimizi kazanıyorlar. Garip değil mi? En azından ben kendi adıma onları çok sevdiğimi kabul ediyorum. EVET ben Montana’yı, Conway’i, DeVito’yu, Brigante’yi, Corleone’leri çok seviyorum….
İYİ GECELER KÖTÜ ADAMLAR……
EN AZINDAN SİZİ TANIYORUZ….
… OF ALL TIMES
December 24, 2010
Ondan bahsederken hep kullanılan tanım dudur: The best movie of all times… Tüm zamanların en iyi filmi… Çok iddialı değil mi? Evet bence de çok iddialı fakat çekildiği yıl ile o zamanki imkan ve imkansızlıklar düşünülürse gerçekten çok ama çok iyi bi filmdir. 1941 yılı fimidir Citizen Cane. Ünlü yönetmen usta Orson Welles filmidir ve çok ince bi işçiliğe sahiptir. Yapım şirketlerinin tekelinde çekilen beyaz telefon filmleri furyasının ardından sektör artık kendi özünü ararken , aslında imkansızlıklar dahilinde çekilen senaryo ve kurgusu şu anki senarist ve film yapımcılarına ders diye okutulan bi filmdir Citizen Cane – Yurttaş Kane…. Cane zengin bir adamdır. Çok zengindir ve ölmüştür aslında. So nefesine de tek bi kelime söylemiştir: ROSEBUD…
Bazı replikler ya da kelimeler filmlerin namını aşmıştır. İşte Rosebud da onlardan en önemlilerinden biridir. Bir gazeteci bu kelimenin peşine düşerek Cane’in yakınları ile röportaj yapmaktadır ve film söyleşi iskeletine oturur kurgu olarak…. Anlatıldıkça sahneler akar ve alıcının kurguyu yaratması sağlanır. Siyah beyaz bi şölendir Citizen Cane… Kullanılan ışık oyunları ile alıcının söylenmeyen mesajları da almasına özen göstermiştir Welles. Merdiven sahnesinde çekimi merdivenin aşşağısından yaparak Cane’in büyüklüğüne vurgu yapmış; ekomomik çekim denilen çekim tarzına çokça başvurarak kısa sekanslarda çok fazla anlatım gerçekleştirmiştir. Cane’in hayatında meydana gelen değişiklikler alıcıya hızlı değişen sahnelerle ekonomik olarak veriliyor,fotoğrafa yakın çekim yapılarak şu anki zamana geçiş, ilk karısı ile masa başında yaklaşık bir dakika içinde aralarının bozulduğu mesajını veren ve hızla sahne dğişimi yapan Welles’in bu tarzı o yıllar için çok hızlı ve keskin değişiklikler olarak bilinir sinema için. Bu sebepten ilk izlenildiğinde eleştirilmiştir hatta. Tiyatral çekim kullanan Welles, ışığı dramatik olarak kulanmıştır çokca ve bununla birlikte tavan çekimi ve oyuncular arası göz teması da kullanmıştır ki bu 1940’a kadar yapılan bi şey değildir.Araştırma yapan gazetecinin yüzünü asla göstermemekle alıcının kendisini gazeteciyle kişileştirmesini sağlar. Ve sonuçta soruları soranın kendiniz olduğuna inanırsınız. Anormal kolleksiyonları ile Cane’in doyumsuzluğuna dem vuran yönetmen simgeleri ve sözcüklerle cevap verir bütün sorularınıza….Çekimlerinde alan deriğinliğini çok iyi kullandığı için tüm ayrıntılar net ve keskindir. Shakespearain çekimi de eşinin odasını dağıttığı sahnede kesmeden, gerçekçi ve ayrıntılı olarak kullannan Welles filmin sonunda kullandığı ayna metaforuyla birden fazla Cane olduğunun ve bunların hepsinin mutsuz oluğunun da çadır sahnesinde ses kuşağıyla oynayarak altını çizerek ifade etmiştir ve bu o zaman için müthiş bi yöntemdir… ‘Ben herkesin ne düşüneceğine karar veririm.’ diyebilecek kadar iddialı ama yalnız bi adam olan Cane son nefesinde kayıp çocukluğu ve annesiyle karşılaşıp kaykay, yani oyuncak mataforuyla ki üzerinde Rosebud yazar,kaybettiklerinin kazandıklarından fazla oluğunu ifade ederek vefat eder. Böylece film başladığı gibi biter. Bu da alıcıda kısır döngü hissi uyandıracak kadar kötümser bi sondur….
İşte bütün bu ilk defa denenen, ilk defa algılanan ve ilk defa öğrenilen sinema teknikleri sebebiyle tüm zamanların en iyi filmidir… Özet olarak günümüz sinemasına ışık tuttuğu için tüm zamanların en iyi filmidir. ‘Filmin amacı,sorunun çözümünden çok onun sunumudur.’ diyen Orson Welles birbirinin gözüne bakmadan oyun çıkaran parlak aktör ve aktrislerin devrini kapatarak auteur sinemasıyla tanıştırmıştır bizi… Eğer daha seyretmediyseniz hiç vakit kaybetmeyin….
SİNEMAYLA KALIN…
Fight Club
December 22, 2010
Yoktur yaşı yirmi ve otuzun üstünde olup da Fight Club’ı seyretmeyen biliyorum. Ama en esaslı kara filmlerden biridir, bu sebepten kara filmlerden bahsedip onu atlamak olmaz,olamaz. Hakikaten karadır Fight Club, hem de kapkara… En karası da sizi sürüklediği, içine çektiği cenderedir… Alıcıyı rahatsız ederek önce kendini sonra da sosyalitesini sorgulamasını sağlayan temeli sağlam bir filmdir. Evet temeli yeraltı edebiyatının bir numaralı yazarı Chuck Palahniuk’in aynı adlı romanıdır ve bununla birlikte çok sinemasal bi senaryo ile beyaz perdeye aktarılan roman bi David Fincher harikasıdır. Ve kanımca Hollywood bu muazzam başarısından sonra O’nu görmezden gelerek başarısı yüzünden cezalandırmıştır. Fatal Female kullanmadan çektiği bu kara fimde alıcının kendini sorgulamasını sağlamış, aynaya bakmasını sağlamıştır. Sıra dışıdır, meydan okur… Önce sana meydan okur. Bi başka deyişle seni sana kırdırır Fight Club… Bilinen ama kabul edilmeyen gerçeği alır ve gözüne soka soka anlamanı sağlar: Senin içinde iki sen var ve sen seni yendiğinde mutlu olacaksın…Ve bunun da yolu bilinçaltını iyi okumandan geçer. Diğer kara filmlerin aksine şidetle para, kapitalizm ve tüketim toplumunu eleştiren film aşırı hassas ve anlamlı repliklerle süslenmiştir. Bu replikler günümüzde filmin kahramanı Tyler Durden replikleri olarak hepimizin belleğine kazanmıştır. Bunlardan en beğendiğim de ”Ancak sahip olduğumuz her şeyi kaybettiğimizde her şeyi yapabilecek kadar özgür oluruz” repliğidir. Bu film gerçek bi kavga filmidir. Maskulen bi film olan Fight Club; babasının terk ettiği, annesi tarafından büyütülen kayıp bi erkektir Tyler ve tek aradığı vardır: giderek teknoloji manyağı olan ve makineleşen tüketim toplumunda kendi özü… Aslında kayıp X neslinin kendini aradığı ve kendini gerçek hissetmek için şiddete başvurduğu hatta şiddeti kullandığı çok muhteşem bi yapıttır Fight Club… Tabi bunun yanında muhteşem bi oyuncu seçimi ve yönetimi ile taçlanan film aslında tek bi kişilik etrafında döner. Ego ve alter egonun birbirlerini kırmaya çalıştığı filmde alter egoyu canlandıran Edward Norton nam-ı diğer Tyler Durden, hepimizin içindeki patavatsız ve pervasız aynı zamanda dengesiz alt benliğimizi bize o kadar iyi resmetmiştir ki biz uzun süre onun başka biri olabileceğini düşünmüşüsüzdür… Okuması zor bir filmdir, evet bu yüzden sadece siddet filmi diye algılayan alıcıların da bulunmasını buna bağlayabiliriz. Halüsünasyon filmidir Fight Club… X kuşağının teknoloji ve televizyon sarmalında gördüğü sanrılara sık sık dem vurarak alıcıyı rahatsız eder. Aslında rahatsız eder ve iğneleyerek öğretmeye meyilli bir didaktik yapısı da vardır…. ”Ve aslında herkesin içinde iki tane ‘BEN’ vardır ve sürekli kavga eder.” der Fight Club ve devam eder ‘…biri diğerinin şizofrenik yansımasıdır.” Haksız da sayılmaz bu yaşam denen mücadelede hepimiz bi dövüşün içindeyiz ve kendimizle dövüşüyoruz ayrıca da bu dövüş sürmesi gerektiği sürece sürecek… Yani sonsuza değin…. Sonsuz nerede mi? Tyler’a sorun….
SİNEMAYLA KALIN…
Film Noir
December 21, 2010
Filmin rengi olur mu? Olmaz; bir film bütün renkleri içerir ama sen neyi okursan onun rengini görürüsn bir filmde… İşte bu sebeple en renkli filmler KARA Film lerdir. Aniden değişen ve alt üst olan insan hayatları paralelinde sarsılan aileler, insan ilişkileri,çakışan menfaetler,ara bozan para ya da parasızlık ve en sonunda yalın ,basit ama kanlı şiddet… Bütün film boyunca alıcı bu şideetin olmasına izin vermesi hususunda yoğrulur va hazırlanır.Artık şiddeti düşünmeye başladığı anda yönetmen sizden de aldığı izinle basit ama çok mükemmel bi çekimle size istedğinizi sunar. Bununla birlikte Kara Filmler, aşk,din, siyaset ve aile gibi insanoğlunun ana hatlarına da çok ince ama içten dokunur… Kimi zaman dokunmaz ‘No Counrty For Old Men’ de olduğu gibi çok derinden ama sadece isteyen alıcının anlayacağı derinlikte kalın kalın inceler…Evet bu konuda en başarılı yönetmenlerdendir Coen Kardeşler.’A Man Who Wasnt There’ siyah beyaz çalıştıkları çok mükemmel ışık oyunları yapılan ve sır adamın ani değişen hayatına dışaran bakmamızı sağlar. ‘A Simple Plan’ da bir ailenin para ve parasızlık sarmalında başına gelenlerin traji komik hikayesidir. Ve evet ‘FARGO’ yöresel dilin ve otantikliğin çok muazzam işlendiği harika bi kara filmdir. Mükemmel içselleştirebildiğiniz ve seyrederken çok zevk alacağınız muhteşem bi yapıttır. Film bir roman okuyormuşcasına tadı damağınızda kalacak bi şiddetle biter. Ve kara filmlerin en önemli özelliklerinden biri de akıllı, uyanık ve şehvetli jkadın karakterleridir : FATAL FEMALE…. Para ve şehvet düşkünü, vücudunun farkında olan güzel kadınlardır bunlar… Genelde erkek karakterleri kullanarak istediklerini yaptırılar… Ama ben Sean PENN’in başrolünü üstlendiği ‘U TURN’deki kadar ölümcülünü ve travmalısını hiç seyretmedim… Kaybedecek hiç bi şeyi olamayan bi adamın öyküsüdür bu film… Kaybedecek hiç bi şeyi olmayan birinin her riski alabileğinin üstüne kurulu hızlı ve gösterişli bi filmdir. Şiddetle tavsiye ederim seyretmenizi…. En son kara film örneklerinden biri olan ‘A Serios Man’
diğer örneklerine göre biraz daha canlı renklerin kullanıldığı ve modernleşmiş bi kara filmdir. Ama din ve aşk konularıyla oldukça fazla yoğunlaştırılmış ince ince esprilerle dantel gibi işlenmiş insanın her türlü kavgasını ve sevdasını anlatan çok iyi bi yapıttır… Bununla birlikte en iyi kara film ‘Big Leboswki’ hala ağzımızın tadıdır ve aptal ve küçük şeylerin insan hayatını nasıl tepe taklak edebileğine ayna tutan harika bi filmdir… Tekrar tekrar izlenir….
Bu deneyimleri daha yaşamadıysanız en kısa zamanda bu açığı kapatmanızı tavsiye ederim çünkü sinemanın önemli ve çok seyredilen bi koludur Film Noir ve inanın bana onu keşfetmek çok heyecanlıdır….
SİNEMAYLA KALIN….
Trier
December 13, 2010
”İyi bir film ayakkabınızın içindeki çakıl taşıdır, yürüdükçe batar.” der Lans Von Trier. Ve bu minvalde alıcıyı yani seyirciyi en çok rahatsız edebilen filmlere imza atmıştır. Onun filmlerini izlemeden önce Alman dışavurumculuğu, tiyatral sinemayı ve sinema metaforlarını bilmeniz icap eder. Bunların detaylarını bilmeden seyretsem ne olur derseniz, size cevabım zaman kaybetmiş olcağınız ve ‘Bu ne biçim film, bu nasıl bi yönetmen….’tarzı cümleler kurup Trier hakkında yıkılması zor bir önyargıya sahip olacağınızdır…. Aslında salt sinema açısından muhteşem örneklere imza atmış çalışılması zor bi yönetmen olan Danimarkalı Trier anlatmak istediğini çok ama aklınızın alamayacağı kadar çok direkt yoldan iletir size. İşte bu yüzden mesaj size ulaştığında çok rahatsız olursunuz. Bence O’nun birincil amacı da budur aslında…. En son filmi Antichrist altı aylık depresyon tedavisinin ardından çektiği çok ama çok kişisel ve sorgulayıcı bi filmdir…. O’nun filmleri soudtrack ve filmden karelerle filan anılmaz… Çünkü öyle yan öğeler yoktur o filmlerde, sadece çıplak film vardır… Ve bu çıplaklık sizi koltuğa çiviler… Hele saklayıp saklayıp sonunda alıcıya ulaşan dizeler sizi büyüler… Dizeler diyorum çünkü O’nun filmleri aslında anlaşılması zor keskin şiirlerdir… Ve bir gerçek de herkesin bu şiirleri okuyamadıklarıdır…. Ama ben Trier işlerinin seyredilmesi, incelenmesi ve üstünde konuşulması gereken filmler olduğunu düşünüyorum. Dogville ve Manderlay adlı filmlerinde sadece çizgilerle kurduğu stüdyoda çok gerçek bi filmi sınır kullanmadan yapabilmiştir. Evet evler, odalar vardır ama alıcı asla duvar görmez. Ve burda duvarı oraya koyanın biz olduğumuz ve hayatımıza perdeler çektiğimiz gerçeğini gözümüze sokar… Bununla birlikte Narrator-Anlatıcı kullanır ki size gösterileninn aslında siz olduğunuz gerçeğinden sizi uzaklaştırır….Ve Antichrist… Benim seyredip koltuktan kalkamadığım sayılı fimlerden biridir… Sonsuz bi ızdırap, tamımsız; yokluk hissi, yoksunluk hissi… Bizi insan yapan en temel içgüdü… Ve böyle bi ızdırabın sebebi olduğu hissi ile suçluluk cenderesine sıkışmış olmak: Çok yoğun ve karmaşık bi o kadar da basit: İNSAN OLMAK… Nasıl yas tutacağım? Nereye kadar? Eğer sebep bensem ne olacak? Bu hayatın şeytanı kim? Kendimi nasıl temize çekeceğim? gibi cevaplanması zor, belki sorması bile zor bi dünya soruyu soran ve cevap arayan bir çift… Seyredin… Sonunda mutlaka küfür edeceksiniz ağız dolusu… İşte hayat bu kadar acımasız….
Seyredin paylaşalım…
SİNEMAYLA KALIN….
Neden?
December 12, 2010
Çok düşündüm neden bu kadar düşkünüm diye yedinci sanata. İlk zamanlar belki onun yedinci olması bile yetiyordu ama sonraları farkettim ki yaşamları sadece seyretmiyorum, ben onlarla ordayım…Önceleri sandım ki oyuncularla bütünlüyorum kendimi, oyunlarını oynuyorum, repliklerini söylüyorum onlar gibi bağırıp onlar gibi gülüyor ağlıyorum. Sonraları hissettim hayır onlar değilim ben…. Ben kamerayı tutanım… Oyuncularla oynayan… Onları görmemizi istediği gibi gösteren bize asıl o… O nasıl isterse biz onu görüyor seyrediyor seviyor ya a nefret ediyoruz… İşte o an anladım ben onlardan biriyim ya da her an olabilirim… Neden olmasın? Olanlar nasıl olmuş? Ben de düşünebliyorum yetmez mi? Ben de düşünebiliyorum seyircinin ne istediğini neyi almak neyi sevmek istediğini… İşte zaten temel bu: Ya istediğini vereceksin… Ya da nefret edip reddetiğini… Sıradan olmayacaksın… Yapılanı da değil… Seçtiğini yapacaksın.. İş senin olacak…Senden olacak, biriktirdiğin hayat ekranda olacak…Yoksa seyredilip adı unutulan filmlerden olursun biliyorum…. Bu arada o kadar çok unutulmayan var ki burda aslında onlardan bahsetmek isterim birlikte… Nedir unutamadığınız filmler?
Aslında bunu yapmak için neden unutmadığınızı da iyi bilmek gerekir… Beni şu anki mesleğimi, öğretmenliği ,
yapmaya iten filmdir Ölü Ozanlar Derneği… Hayat felsefeme de orada tutunmuşumdur: Önünde her zaman iki ayrı patika olacak ve sen az ayak izi olanı kullan, yapılmayanı yap ancak o zaman mutlu olursun… Robin WILLIAMS ve o zamanki genç şimdi orta yaşlı oyuncularla harikalar yarattığı, unutulmaz sahnelerle ağlatan ve insanı sımsıcak eden senaryoyla zeki ve keskin esprilerle harika bir filmdir… O kadar sert kararlar alıp uygulayamadım belki meslek hayatımada ama hiç untmadım o filmin bana hissettirdiklerini…. Hiç de untmayacağım…. Ben hala bi üyesiyim o derneğin…. Ve hiç ama hiç unutmadım kendimi ve hiç vazgeçmedim az ayak izi olan yoldan yürümekten….
SİNEMAYLA KALIN….
Etiketler: http://www.imdb.com/title/tt0097165/ 13:21:00 ROSEBUD