İYİ Kİ VARSINIZ

February 7, 2011

Tanrı bizi iki cins olarak yaratmış: Kadın ve Erkek…. Bu iki cins en çok birbirlerini sever en çok da birbirlerinden nefret eder. Hiç biri diyemez ki benim onlara ihtiyacım yok bir daha bakarsam gözüm kör olsun. Hasbel kader derse de bu süre öyle sohbetlerde abartıldığı kadar tumturaklı olmaz, olamaz. Her ayrılığın son sözüdür: ‘Erkek değil mi topunun köküne kibrit suyu…. ‘ ya da  ‘Ben bu kadınları anlamıyorum, kardeşim; onları mutlu etmek imkansız….’ Aslında bu iki sonuç cümlesi haricinde giriş ve gelişme sonuçları değişse de aşşağı yukarı tüm ilişkiler bu minvalde cümlelerle sona erer…. Birbirine bu kadar düşkün ve bu kadar ayrı telden çalan iki tür daha görülmemştir dünya üstünde…

 

ERKEKLER….

…. Biz onların sol kemiğinden yaratılmışız, önce onlar yaratılmış da biz sonra yaratılmışız. Bu sebepten onlar bizden daha önemli bir cismiş(!!!)…. Bu bizim gibi geçmişinden beri erkek evlat doğuranın bile daha kıymetli (?) sayıldığı ataerkil toplumlarda kolay kabul edilen ve sorgulanmayan bir gerçektir…. İlerleyen zamanlarda feministlik üzerinden devam eden bu tartışma uzar da gider… Erkekler…. İster üstün olsun ister olmasın aslında o kadar da karmaşık yaratıklar değiller…. Çok basitler genelde….

 

Evet basitler… Hayata bakış açıları ve problemleri ele alış tarzları öyle çetrefilli değil. Dümdüz… Kadınlar kadar entrika bilmezler; kadınlar kadar inandırıcı yalan söyleyemezler…. Her gün değişik aksesuar takıp diğerlerinin de ne taktığını asla takip edemezler…. Bir kadına gidin akşam iş yerinde kim ne giymiş diye sorun hemen hemen hepsi üç aşşağı beş yukarı cevap verir. Ama bir erkeğe sor bu soruyu cevap veremez. Onlar için haki yeşil, somon pembesi, ermeni mavisi filan yoktur…. Ana renklerden başka renk yoktur… Falan pembesi, filan yeşili gibi renkler sadece yeşil ve pembedir…. Onlar asla bir şey kaybetmezler genelde siz yerini değiştirmişsinizdir. Hep siz gereksiz bir yere kaldırmışsınızdır o sebepten bulunmuyordur. Onun asla bir kabahati yoktur. Onlar gerekli olsa da yeni bir şey almak istemezler. Herhangi bir ev eşyasını değiştirmeye gerek yoktur. Zaten kadınlar elinden gelse eşlerini de değiştirirler…. Biliyoruz…. Ama her şeyi değiştirmek o kadar kolay olmuyor….

 

‘Ne zaman geleceksin? ‘  ve  ‘ Nerdesin ?’  sorularını ve bu tarz sorulara cevap vermeyi sevmezler. Ama bu soruları kadınlara hiç sıkılmadan sorarlar. Evde kalıp da yemekten başka işlerin yapılmasını gereksiz bulurlar. Akşama kadar evde olup da nasıl yemek yapmaya vakit bulunamaz anlamazlar. Ütüyü havada karada yaparlar.  İki kere telefonu açma başına bir şey geldiğini zannederler. Ne kadar yaparsan yap yaptığın alışveriş hep fazladır. Genelde siz kadınlar onların yaptığı işleri asla ve katta, bırakın onlardan iyi yapmayı, onlar kadar iyi bile yapamazsınız…. Onların evli olsalar da akşam dışarı çıkması normalken senin akşam sekizden sonra neden dışarıda olduğun hep sorgulanır….

 

Duygularını direk anlatmazlar genelde de hiç anlatmazlar. O zaten öyle hissediyordur sen çıkarım yapacaksın… E! be kardeşim onu da ben çıkardıktan sonra …… Anneleri gibi onları şımartmayı reddederseniz sizden buz gibi soğuyabilirler. Sakın unutmayın İrlanda atasözünde de dendiği gibi ‘ Bir adam en çok sevgilisini, en iyi karısını ve en uzun da annesini sever.’  Bütün bu gerçeklere rağmen biz onları çok severiz…. Onlar hep vardır yaşamımızda hep de olacaktır… Biz kadınlar aslında onlarla olmayı ve bu farklılıkları görüp bıyık altından gülmeyi pek severiz…. En sevdiğimiz anları da yalan söylemek zorunda oldukları, sevimsiz duraklamayla başlayan başka yöne bakarak ve gülümseyerek hınzır bir dudak bükmeyle devam eden komik anlarıdır… Neyse… Bize düşkün olduğu kadar, bizi küçümseyen erkekler…. İyi ki varsınız…. Yoksa canımız muazzam sıkılırdı hayatta…

 

 

ANLADIĞIN  KADAR  ÖZGÜRSÜN…..

 

 

AYŞE HANIM…

February 5, 2011

1926 doğumlu benim anneannem. Beyaz tenli boylu poslu bir kadındır. Ama görüp görebileceğiniz en huysuz kadındır. Onun doğruları vardır, sabit fikirlidir ve aslında ona istemediği bir şeyi yaptırmak da dünyanın en zor işidir. Şimdi karşımda oturmuş torununun kızına, yani benim kızıma meşhur iki renkli patikten örüyor. Aslında bu yaşına rağmen, aslen küçük ördüğü patiği büyütmek ve benim kızın ayağına göre yapmak için büyük bir inatla çalışıyor bugün. İşte belki her şey eskiyor yaşlanıyor da  ‘İNAT’  dediğimiz huy hiç eskimiyor. Sabahtan beri o patikle mücadele veriyor. Daha tam olarak bitiremedi ama o kadar azimli ki, belki de inatçı ; ısrarla patiği söküyor, örüyor olmadı bir daha söküyor…. Yani bir ustanın azmi ve konsantresiyle patik üstünde çalışıyor….

 

Kulakları  duymuyor. Öyle böyle değil ciddi duymuyor. Kulağında aparat olmasına rağmen duymuyor. İzlemek istediği dizi ya da evlenme programı varsa sanki evde çekiliyor izlenimi verecek kadar sesi açılıyor televizyonun. Acıkdığını söylemiyor tövbe… Eskiden beri söylemezdi zaten. Isrardan hoşlanmıyor…. Ama kendisi dünyanın en uzun sürebilen ısrar temalı muhabbetlerini yapabiliyor. Buna rağmen artık eskisi gibi çehresini karartıp eli belinde bağıramıyor çünkü artık yaşlı…. Bugün merdivenden çıkarken ona yardım ettim ve bana dedi ki: ‘Yaşlılık… Böyle olacağımızı bilmiyorduk…’ Evet hepimiz yaşlıları gözlemlesek de bir gün gelip öyle olacağımızı hiç hesaba katmayız. Düşünsek bile yaşamak ve içinde olmak gibi olmaz tahayyül etmek…

 

Arkasından bahar gelmeyen kış gibidir yaşlılık. Öyle bir kış ki cemre düşüp de hava hiç dönmeyecek herkes bilir. Hiç bahar gelmeyecek. O eller ayaklar eskisi gibi rahat hareket etmeyecek, o kulaklar eskisi gibi duyamayacak, o gözler eskisi gibi cavlamayacak, eskiden güldüğünüz veya ağladığınız şeyleri artık hatırlamayacaksınız bile….Unutmak evet unutmak ve bir daha hatırlamamak…. Belki de en kırıcı amaresi budur yaşlılığın : unutmak… Beynin buruş buruş olması ve suyunu çekmesi…. Eskisi gibi laf satamamak, gülememek….. Offff bunaldım… Ama zor inanın bana onları izlemesi ve tahlil etmesi bu kadar zorsa yaşlı olması kimbilir ne kadar zordur… Aslında bebeklikle çok benziyor. Konuşmuyorlar ama huysuzluk yapabiliyorlar. Uyumakta zorlanıyorlar, yemek yemek istemiyorlar. erkenden uykuları geliyor, bazen susmamacasına konuşmaya kalkıyorlar…. Ama bebekler kadar sevimli olmayabiliyor bazıları…

 

David Fincher’in Curious Case Of Benjamin Button filminde olduğu gibi hayatı tepe taklak yaşasaydık her şey bence daha problemli olurdu. Entellektüelliğini tamamlamış  ama altına yapan minik bebekler ile iyiyi kötüyü ayıramayan koca koca insanlar. Böylesi daha zor olurdu herhalde…. Çevremizde daha konuşmasını ve temel tuvalet alışkanlığını kazanamamış büyücek insan oğlu ve yedinci sanattan, duygusal zekaya kadar en temel ve hayati mevzularda bilgi sahibi olan ama bunu konuşup adam gibi ifade edemeyen küçücük insanoğlu…. Bu yaşadığımız dünya düzenini başka bir düzen haline getirmemize yol açacak yeni bir yaşam biçimi oluşturmamaızı sağlardı….Belki işlerin alıştığımız hali o olsa alışkanlığımız olurdu da şimdiki bize anormal gelirdi…. Kim bilir?

 

Velhasıl Shakespeare’in de dediği gibi sonesinde yaşlılık büyük bebekliktir. Tekrar dişsiz kalırsınız, tekrar altınıza kaçırırsınız, ayağınızda terlik odadan bile ayrılamak istemezsiniz…. Dışarıda dönen hayat size anlamsız ve gereksiz gözükür , en kısa zamanda bu sahneden ayrılmak istersiniz…. Juvenal’in çok sevdiğim sözüyle yazımı noktalamak isterim : Yaşlılık ölümden çok daha korkunçtur….. Neden mi? Çünkü ölüm bir andır, bir noktadır… Yaşlılık ise ne kadar ve nasıl süreceğini bilemediğimiz, ama boşrolünü bizim oynadığımız bir filmdir… Hepimize sağlıklı yaşlanmalar diliyorum…

 

ANLADIĞIN KADAR ÖZGÜRSÜN…


ARDINDAN

February 4, 2011

ÖLÜM…..

‘Gelin girmeyen ev varmış da ölüm girmeyen ev yokmuş’ demiş atalarımız… Doğru demişler; bu işe yaramaz ve kimi zaman bıkıp usandıran hayatta tek yer var adamın işe yaramadığı, torpilin dönmediği ve herhangi bir hiyerarşinin olmadığı tek yer : ÖLÜM….

 

Biliyoruz hepimiz öleceğiz; hepimiz ölümlüyüz. Er ya da geç hepimiz öleceğiz biliyoruz da her ölüm haberinde iliklerimize kadar donup duraksıyoruz ve derin derin düşünmeye başlıyoruz . Neden? Hasta mıydı? Kaç yaşındaydı? Çocuğu var mıydı? Hele bir de göç eden medyatik ve hepimizin tanıdığı ve aşina olduğu bir yüzse ekranlara mıhlanan ve sorular soran kişiler artıyor da artıyor…. Hele bir de ölüm şekli yeni sorulara gebeyse bu ilgi artıyor da artıyor… Bu bizim toplum kimliğimizin en tipik özelliği : gereksiz ve sonsuz merakla başlayan, yarım yamalak bilgilerle taçlanan ve ağızdan ağza büyüyerek dolaşan kirlilik….

 

İşte bu hastalıklı tutum ölüm gerçeği ile birleştiğinde ortaya çok itici ve insani olmayan bir durum çıkıyor. Bunun en son örneğini medya dünyasının genç simalarından birinin ölümüyle tekrar yaşadık bu günlerde. Defne Joy Foster…. Evet o gece dışardaymış, evet içki içmiş, evet 1,5 yaşındaki çoçuğu yanında değilmiş, evet gece arkadaşının evine gitmiş, evet o evde tekrar votka içmiş…. Bunlar olmasa ölmezmiş, evine gitse ölmezmiş, bunlar olurken kocası neden yanına değilmiş, yanında olsa ölmezmiş…. Nerden biliyorsunuz? Sizde kayıtlar mı var kim nasıl nerde ölmeli anlatan… Neden altında hep başka şeyler yani demem o ki cinsel ve seksüel gerçekler arıyorsunuz…. Hiç siz sebebini anlamadığınız anlık gerçeklerin içinde buluvermediniz mi kendinizi? Siz veya biz hepimiz her yaşadığımızı çok düşünerek mi tartarak mı yaşadık? Bu soruların cevabını biliyorum ben…. Evet bir tek Defne vardı hesapsız kitapsız yaşayan O da öldü; rahat edebilirsiniz… Biz geride kalanlar hepimiz o kadar meşru ve hatasız yaşıyoruz ki zaten yanlış yapanları eliyoruz aramızdan…

 

Bırakın kadının arkasından ileri geri konuşmayı ve yakışmayan şeyler yazmayı. O artık mutlak sona ermiş ve bize kendini savunamayacak, sizin aklınızdaki sorulara cevap veremeyecek. Velev ki yaşasaydı bu sorularınıza da cevap vermek zorunda mıydı? HAYIR, hiç kimseyi böyle sorgulamaya ve cevap vermesini beklemeye hakkımız yok…. Kimseyi ama hiç kimseyi en yakınınızı bile içinde bulunduğu durum sebebiyle ileri geri eleştiremezsiniz…. Hiç kimsenin neyi neden yaşadığını bilemezsiniz …. İçinde bulunduğu duruma neden ve nasıl geldiğini bilemezsiniz ve bu sebepten de onu eleştirme hakkına sahip olamazsınız…. Hatta sebeplerini bilseniz bile tek yapmak zorunda olduğunuz şey ona yapıcı sözler söylemek ve ne olursa olsun onun yanında olduğunuzu ve olacağınızı üstüne basa basa ifade etmektir…. Bunu yababildiğiniz sürece insansınız inanın…. İnsan olmanın en temel taşı bu: karşındakini hesapsız kitapsız sevmek ve onu içinde bulunduğu her durumda sevmek…. Eleştirirken dikkat edin kul kınadığını yaşamadan ölmezmiş….Bu benim başıma gelmez demeyin, hayat bu insanız ve her şey ama her şey bizim için….

 

 

 

SİYAH KESKİN VE NET

January 26, 2011

Bakış açısı…

Bakış da çeşit çeşit açı da…. Çünkü göz çeşit çeşit, aynı şeye bakıp aynı şeyi görmez insanoğlu. İnkar ettiğin gözyaşı kadar ağlarsın, ağladığını inkar ederek. Ben ağladığımı inkar etmeden ağlarım. Ama en çok ben ağlarım, en sonunda da inkar edemediğime ağlarım. Aslında çok teknik bir adamım. Ben de her şey gözyaşı bile ya 0 dır ya 1’dir. 0,5 benim için benim için bir şey ifade etmez, çünkü yarımdır. Bütün olamamıştır ve değersizdir. Halbuki 0’dan büyüktür. Ne önemi var ki büyük olmasının onun adı ‘yarım’….

 

Ben kahvemi de sütlü içmem. Çünkü yok gibi olur sütle kahve, hafif olur. Ben öyle hafif ve yok gibi olan şeylerden hiç haz etmem. Yumruğumu indirmek için kaldırırım, göstermelik kaldırmam. Bana her kalkan yumruğun da inmesini isterim. Kaçak güreşemem; benimle kaçak güreşilmesine de müsade etmem. Yüzüm ve gözlerim kalbimde ne varsa söyler. Hüznümü, sevincimi, kinimi, kızgınlığımı hepsini ama hepsini gösterir göz bebeklerim size. İçime atmayı sevmem , atamam da… Sırrım çok azdır… Onu da mutlaka bilenler vardır…

 

Ne düzeni bu?

İfade ettiklerinden seni suçlu tutar. Çünkü biz ayıp olurcular toplumu olarak haklının arkasına geçmeyi bilmeyiz. Ya da başka maksatla geçeriz arkasına… Yalnız şöyle bir ikilem var: bu yaşanası hayatta HERKES HAKLI….

 

Ama ‘ En’ haklı benim.

Neden mi? Çünkü benim haklılığım bana ait. Siyah, keskin ve net… Çünkü benim. Size onu savunabileceğim kırk cümle kurabilirim. İnkar etmiyorum, savundukça daha çok inandığım da olmuştur. En çok da bunu severim, kendimi ikna etmeyi. İkna etmeyi öğrenip geliştirdikçe, inkar etmeyi de öğrenirsin. İçinden üstüne oturanları çıkarır kalanı sahiplenmezsin. Bunu niye mi yaparsın?…. Prensip oluşturmaktır maksadın kendine saygını yitirmemek için…

 

Prensipli olmak önemli midir?

Bence ‘ EVET’, prensibi olmayan adam içi boş bir kutu gibidir; en fazla belki bir şeye lazım olur diye saklanır. Bir gün bir işte kullanılırsa ne mutlu ona… İşte önemli olan kutuyu doldurmak… Ve bir gün biri kutuyu açarsa içinden kollarında prensiplerinle dimdik çıkmaktır…. Genelde zordur prensipli olamk; çünkü prensiplerle duygular genellikle farklı yollarda yürürler. Prensipler az kullanılan üzerinde az ayak izi olan yolu; duygular ise çok kullanılan gide gele yol yapılan patikayı kullanır. Çünkü ordan gitmek en kolayıdır….Ben o  yola ‘Hayır Yolu’ diyorum. Çoğumuz, çoğu durumda bu yolu tercih ederiz. Bu yolu kullanmak çok rahatlatıcı bir terapidir. Karşılıklı iki taraf da çok bahtiyar olur bu işte…. Fakat zor yolu kullanmak istediğimiz zaman önce kendi vicdanımızla sonra da toplum vicdanıyla karşılaşırız. Bu yoldan gitmememiz için ahtapot gibi sararlar dört bir yanımızı. İşte ona yenilip ‘Hayır Yolu’ nu seçersek kutumuzun içi boşalır…

 

Hiç yapmadık mı?

Çokça yaptık…. Bazen onlara bazen kendimize yenildik… Kutumun içinin dolu kalmasını, en azından özüme saygıyla kalmasını istiyorum. Bu yüzden de zor yolu seçiyorum; Ttıpkı çok eskiden de çok kere seçtiğim gibi… Ben en az ayak izi olan patikadan gidiyorum, tek başıma bile olsa….

 

ANLADIĞIN KADAR ÖZGÜRSÜN…..

KENDİN OLMAK

January 16, 2011

Yaşamı anlamaya başladığın andır durabilmek ayak üstünde.

Sorun bu zaten, başkasıyla olmak, başkasının olmak değil.

Kendi başına başkasıyla , başkasıyla kendin olmak.


Diyor Nietzche yaşamla ilgili. İnceleyelim bu sözü biraz. Önemli olan yaşamı anlamaya başladığın andır derken hemen anlamadığımızı açıklıyor bize. Demek ki  içinde bizzati figuran olarak oynadığımız oyunu önce anlayamıyoruz. Ve bu anlamadığımız sürede kendimize ve  norma aykırı davranıyoruz isyanlarda bir durum söz konosu herhalde. Ki bunun adı Gençlik olabilir mi? Belki… Sonra ailen tarafından yıllardır hazırlandığın cendereye girmeye başaldığın an ayakta durman isteniyor. Ve belki benim anne babam kadar sık değil ama bütün ebevynler söyler bu sözü  ‘Artık kendi ayaklarının üstünde durmalısın….’  İşte bu eş zamanlı kendi ayaklarının üstünde durma ve içinde bulunduğun kısır döngüyü anlama işi bazen hastalıklı bir sürecin başlangıcı olabiliyor. Nasıl mı?


‘KENDİ’ olmayı beceremeyen daha çok taze ve heyecanlı kişiden başkalarıyla uyum içinde olması ve esas olarak onları mutlu etmesi istenir.  Bence sorun burda bizim mutsuzluğumuzun ana sebebi bu : Biz hep öncelikle diğerlerini mutlu etmeye proglamlıyız….. Biz başkasının olmayı yeğleriz başkasıyla olmaya… Çünkü başkasının olmak çok yorucu ve yıpratıcı değildir. Çok teslimiyetçidir ve genelde karşı tarafın mutluluğu ana ve temel heyecan ve saadet sebebidir. Genel olarak pek düşünce belirtmez başkasının olanlar, zaten hazırlanmış düşünceleri vardır. Başkasıyla olmak için ise önce kendimiz olmaya ve bunu ispat etmeye gereksinmemiz vardır ve bu zor yoldur, pek tercih edilmez… Ama hürdür O başkasıyla kendi olabilen. Düşüncelerinde, söylemlerinde, hareketlerinde özgürdür… Hem kendi olabilmiş hem de onunla olabilimiştir. Ve bence dünyanın en mutlu insanıdır O….


Hele bizim gibi erkek egemen toplumlarda çok kolaydır insanların başkasının olması. Zaten aranan ve arzulanan da budur. Özellikle kadın başkasının olması gereken bir  varlıktır. Bu tutum uzun ama çok uzun bir mazisi olan aslında üzerinde uzun uzun yazılıp çizilen ve düşünülen bir mevzudur. Ve bence sonuçta değişen ve gelişen yaşam biçimleriyle esnekleşse de ana damar hep aynı kalmıştır: Kadın hep başkasınındır…. Ben bir kadın olarak buna kişisel olarak katılmıyorum ve üzülüyorum. Biz başkasıyla olabiliriz; başkasının değil….


Bunun için ilk yapılacak şey kadının kendisi olmasıdır. Çünkü kendi olamayan hiç kimse başkasıyla olamaz. Yetişme çağlarının ilk yıllarında başlayan bu kendin olma çabası bütün ömrün boyunca devam edecek ve her yaşta bunu ispat etmek zorunda kalacaksın. Bıkma, usanma, pes etme…. Sakın oldum deme…. Bu savaş çok uzun ve sadece sen değilsin bundan nemalanacak olan; senden sonraki nesiller de senin açtığın cılız patikanın üstünden yürümeye devam edecekler. Üzerindeki ayak izleri çoğaldıkça inan bana o patikayı seçecek insan sayısı artacak ve sen bu yolda çok önemli bir görev üstleneceksin: Kendin olmak….


Oyun oynamayın, kendiniz olabilin. O an ki ayaklarınız üzerinde duruyorsunuz kendiniz olarak unutmayın bütün evren size düşman olacak. Hatta başkası bile….



SATIR ARALARI

January 8, 2011

Bir zamanlar görev yaptığım okulda Türkçe öğretmeni doğum iznine ayrıldı ve ben de dil öğretmeni olduğumdan dolayı -Türkçe bizim branşımız olarak geçiyor yönetmelikte – epeyce bir sınıfın Türkçe ders öğretmeni oldum. Benim için çok güzel bi deneyimdi. Dil bilgisi kitabının kapağını açmadan kuralları anlatabilmek çok büyük bir mutluluktu. Bendeki bu birikimi sağlayan ortaokul Türkçe ve lise Edebiyat öğretmenlerimi çok büyük bir hürmetle anmamın en önemli sebeplerinden biridir benim öğrencilerimin gözlerindeki ışıltı. Çok mutluyduk; onları sınava hazırlamıştım ve hepsi de ben de sonuçtan çok mennunduk…. Ama bu sırada ben çok vahim bir gerçeği de kendi gözlerimle görmüş oldum. Biz ‘soyut düşünce ve kullanımı’ konusunda çok ama çok zayıf bir toplumduk….Halbuki doğduğumuz ilk andan itibaren deyimlerle süslü bir dili duymaya ve konuşmaya başlarız. Buna rağmen kelimelerin sözlük anlamı dışında kullanılmasını algılayamayan öğrencilerim vardı.

Bir yazılıda ‘Güneş balçıkla sıvanmaz.’ atasözünü kompozisyon kuralları dahilinde açıklamalarını istedim. Ve yazılılları kontrol ederken bir kızımın ‘…..güneş çok yukardadır, ona ulaşamayız ve bu yüzden onu balçıkla kapatamayız; bu iş bu kadar basittir….’ şeklindeki yaklaşımı benim altüst olmama yetmişti. Demek bu kızımız soyut düşünemediğinden anlatılmak istenenden oldukça uzaklaşıyordu. Ve belki de ömrü boyunca satır aralarını okuyamadığı için hep bi şeyleri yanlış algılayacaktı…. Ne kadar zor: SATIR ARALARINI OKUYAMAMAK….

 

Ama satır aralarında ne söylenildiğini anlamak için önce satırları layıkıyla okumaya da ihtiyaç var. Evet okumaya… Lakin bizim toplumumuz gibi duyarak öğrenen ve yaparak pekiştiren insanlar için herhangi basılı bir şeyi okumak çok zor olabiliyor. Neden mi? Çünkü angarya olarak görülme ihtimali çok fazla….İşte bu sebepten satır okumayan toplum ve evlatları satır aralarınını da okuyamıyor. Düşünmeyen toplumların soyut düşünmesini de bekleyemeyiz değil mi?

 

Soyut düşünme kavramı Tuvalet yazılarıyla gelişen gençliğin, sosyal paylaşım sitelerindeki durumlarına çok da edebi veyahut şiirsel yazılar düşmesini beklemiyorum ama en azından yazdıklarını iki kere düşünmelerini istiyorum…. Belki de onlar Tosun’un varlığına ya da bir gün geleceğine inanıyor olabilirler ama, lütfen artık düşünce sistemlerini birazcık geliştirsinler…. Yoksa böyle giderse biz söylemlerini unutan balık hafızalı, satır aralarını düşünmeyen, genelde düşünmeyen bu toplumla aynı adamlar tarafından yönetilir dururuz….

 

Bu arada senin, benim veya onun düşünmemesini ve sorgulammasını istemeyen düzendir bu devam eden düzensizlik…. Okuma, farkında olma, bırak soyut somut dahi düşünmeni istemez bu sistem…. Çünkü düşünürsen sistemin senden istediklerini sorgulamaya başlarsın bir gün gelir… Aç kalacaksın, susuz kalacaksın, yolsuzlulara maruz kalacaksın, anana atana sövülecek ve sen sorgulamayacaksın…. Senden istenen bu…. Ne somut düşün ne soyut….Ama unutma ‘….. güneş çok yukardadır, ona ulaşamayız ve bu yüzden onu balçıkla kapatamayız; bu iş bu kadar basittir….’

 

ANLADIĞIN KADAR ÖZGÜRSÜN…..

BİR AN ÖNCE ANLAMAYA BAŞLA….

İnsan şansı davet edebilir mi hayatına acaba? Hani iyilik iyiliği, kötülük kötülüğü, acı acıyı, sevinç sevinci çağırır derler ya… Şans acaba bu konuda nasıl bi yol izler? Hayatı boyunca şanslı olanlar her daim mi şanslı kalırlar?… Bahtsız dediğimiz insanlar hep bahtsız mı yaşarlar? Yani, demem o ki hiç değişir mi insanın şansı… Misal ben şanslı bi insan olduğumu bilirim  ve  bu konuda pek de yanılmam… Bu yüzden midir ki şansın devam etmesi? Pozitif düşünüğüm için mi ben hep şansım yaver gidiyormuş gibi hissediyorum? Peki şanstan yana yakınanlar da sürekli şansızlığı mı çağırırlar… Bence inançla ilgili bu… İnanmak gerek… Bi şeye inanmak, bu evrenin bi düzeni olduğuna ve bu düzeni bi yaratan olduğuna inanmak; bununla birlikte o yaratıcının seni yalnız bırakmayacağına işte bu yüzden olmasını istediğiniz şeyin olacağına inanmak…. Şansı bu fikir oluşturmaz mı sizce? Peki, diyeceksiniz arzumuz gerçekleşmedi, o zaman bunun adını ne koyacağız? Ben şahsen ‘Hayrlısı bu imiş de ondan böyle oldu.’ diyerek kahretme  mekanizmasını çalıştırmıyorum… Neden mi? O süreç çok ağır geliyor ruhuma: Neden? soru kelimesiyle başlayan  ve ‘ Ben kime ne ettim Allahım….’ diye devam eden ağır ve cevapsız bi süreç… Ve inanın bana, hepinizin başına gelmiştir…. Hiç kimseyede bi faydası yok….  Sinir bozukluğundan başka bi ……….. yaramıyor…. Sonra devam eden günler ve olaylar da bu huzursuz bünye için çok olumlu olmayabiliyor çünkü enerjiniz negatif…. Artık sizin olumlu bi sarkaçın içine girmeniz çok mümkün olmayabilir en azından bi süre…. İşte bu yüzden denilebilir mi ‘ İnsan şansını kendi yaratır….’ Yaratmak için pozitif düşünmek yeter mi?  İnanmak yeter mi? Bence yeter…. Ama  boş düşünmeyeceksiniz….  Hayal etmekten bahsetmiyorum ben… İnanmaktan söz ediyorum; bu arada her inandığınız şey de mümkün olmaz, olamaz….O zaman inanmak salt işe yaramıyor. Evet yaramıyor… Eeeeee? Cevap nerde? Kader mi acaba cevap….

John Chatfield  ‘Pratikte iyİ ve kötü şans eş anlamlıdır; sadece iyi ve kötü seçimler önemlidir.’ diyerek şansınızdaki birincil faktörün sizin yaşamınıza bakış açınız ve sizin yaşamınıza etkileriniz oluğunu vurgulamıştır. Bence gayet de haklıdır. Olaylar bazen sizin baktığınız yere göre anlamını değiştirebilir. Bakan da siz yorumlayan da siz olduğunuza göre değişikliği de siz yapabilrisiniz. Yani demem o ki şansınız sizin elinizde…. Bu cümleyi yazınca da Yavuz Turgul’un Gönül Yarası filmindeki Meltem Cumbul’un Şener Şen’e isyan ettiği ‘ Her şey benim elimdeydi he mi? Beni sattılar…..’ diye başlayan replik geldi….. Bilmiyorum o kadarı da bizim elimizde mi ama? Yaşam denen bu sahnede her şey oynanıyor ; her şey cevaplanıyor fakat sorular hep daim….. Beliki de soru sorabildiğimiz sürece varız ha ne dersiniz?

 

ANLADIĞIN KADAR ÖZGÜRSÜN…..

 

 

 

YENİ YIL

December 30, 2010

Yeni hep sevilen, arzu edilen ve kutlanandır. Bir şeyin yenisinin olması aynı zamanda eskisinin olmasını da gerektirir, yeninin tadı aslında eski ile birlikte çıkar. Yeniyi yeni yapan aslında eskidir. Yani, yeni eskinin yüzü suyu hürmetine yenidir; işte bu sebeptendir ki insan oğlu eskiye saygı duyar da yeniyi kutlar. Pek severiz biz yenileri: yeni evlilikleri düğün törenleriyle, nişan törenleriyle kutlar takılar takarız; yeni bebekleri görmeye gider, agucuk yapar armağan veririz; yeni evleri illa görmeye gideriz; evin eşyasını yenileyince tarifsiz bi huzur kaplar içimizi şöyle bi kahve yapıp yeni koltuğa oturur damak şaklata şaklata içeriz; yeni bluze eteğe hele de ayakkabı ile çantaya dayanamayız; küpemiz yeniyse hele de farkedilirse deymeyin keyfimize bayılırız; arabamız yeniyse şöyle içine daha bi afilli otururuz; yeni parfüm, yeni ruj vazgeçilmezimizdir…. Bu liste böyle uzar gider. Aslında işte benim son yenim bu : Yeni yazım… Bu da çok heyecan vericiymiş, ilk kez tecrübe ediyorum. İnanın bu yeni hazdan da çok hoşlandım… Yeni kutlanır hep, yeni kazak daha bi itinalı giyilir bir iki kez, yeni arabanın hep bi tarafı eğridir kutlamadan düzelmez, yeni broş bir kaç kez, çıkarılıp her seferinde kutusuna konur, yeni ayakkabı evde bi giyilir şöyle aynada bi süzülür, yeni saç hep fönlüdür, yeni meslek erbabı kutlanır ve hayırlı olsun denilir hediyeler verilir, bayramlar yeniler alınarak ve kullanılarak neşelendirilir….Bu arada eski hep saygıyla anılır ve en haz verici şeylerden biri de elindeki eskinin bir diğerinin yenisi haline getirebilme becerisiir. Eğer bunu da yapabildiyseniz sizden iyisi şamda kayısı olur….

 

YENİ YIL…Seneye eski olacak yıl da kutlanır; tabi kutlanacak belki de en önemli yeni odur. Birden her şeyi yeniler, tarihi, takvimi, planları, doğumgünlerini, bayramları, tatilleri,  bi de ne hikmetse iç çamaşırlarını… Hayata bi reset atılır ve hiç bi şey olmamış gibi devam edilir. Bence yeni yılın ereği budur bizim gözümüzde…  Her şeyin nedense farklı olacağı umuduyla uyanır insanoğlu 1 Ocak sabahı… Ve genelde umudunu ertesi güne pek taşıyamaz.” Ama olsun” der”…. olacak bu yenisi, bunda her şey farklı olabilir.” diyerek başlar her güne yeni yılda bir kaç gün… Bu yüzden yeniyi severiz, yeniyi yaşamadığımız için merak ederiz nasıl davranacağını bize… Yeni merak duygusunu barındırır içinde, merak hevesi ; bunlar da hep adranelin salgılamamızı sağlayan duygulardır. Heyecan sonunda mutlu eder bizi…. Evet, istenilen son bu: mutlu olmak….Yeni bizi mutlu eder, etmeyeceği varsa da mutlu eder; çünkü ne olursa olsun onun öyle bi sorumluluğu vardır. Bu sorumluluğu yerine getirdiği sürece revaçta kalır; işi bitince birden dünden bugüne eskir… Bir yenisi gelir ve farkında olmadan bakarsınız hep yeniden bahsediyorsunuz…. Ta ki o da eskiyinceye kadar…. Ama hiç bi şeyin eskisi insan eskisi kadar ağır olmaz… Neyse ondan sonra bahsederiz….

 

YENİ YIL; BENİ, SENİ, BİZİ YENİLESİN….

ESKİSİNİ ARATMASIN….

HEPİNİZE MUTLU SENELER, HEP BİRLİKTE…

 

ANLADIĞIN KADAR ÖZGÜRSÜN…

 

MUTLULUK

December 27, 2010

İşte belki de insanlık tarihinin en karmaşık konusu budur: Mutluluk… Çok görecelidir aslında kişinin dünyayı algılamasıyla değişkenlik gösterir. Kimine göre bi ıssırık çukulatadır, kimi ne göre bi yudum şarap, kimine göre bi nefes sigara ve kahve, kimine göre sıcacık bi yatakta sevdiğin insanla bi saatlik uyku… Bu liste uzar gider de herkesin mutluluğuna yine de dem vuramayabilirsin… Neden mi? Bence mutluluk ruhu okşar aslında, yüzünü güldürür, gülümsetir ama değişkendir. Bu gün seni mutlu eden yarın çok üzebilir. Bu da mutluluğa zaman kavramını ekler. Evet mutluluk zaman ve mekan içerir… Ankara’da Eskişehir yolunda hız yapınca mutlu olursun da İstanbul’da Nevizade’de iki tek atınca, İzmir’de kordonda dondurma yiyince, Eskişehir’de Porsuk’a karşı nargile keyfi yapınca, Erzurum’da en iyi cağ kebabını yiyince, Fethiye’de denize girince… Bu böyle uzar gider… Aslında ruhtur mutlu ya da mutsuz olan. Mutlu olacağı şeyi de yeri de o seçer. Ve çok seçicidir aslında. En seçici olduğu konu da insanlardır. Yanında mutlu olduğu insanlar. İşte burası zurnannın zırt dediği yer. Diğer mutluluklar anılarda ve fotoğraflarda kalabilir de insanın yanında mutlu hissettiği insanlar hep yüreklerinde oturur. Ne zaman nerde olursa olsun gözleri onları arar, kulakları onların seslerini işitmek ister. Burda da mutluluğun sevgi ile doğru orantısı çıkar ortaya.  Sevdiğin şey mutlu eder seni. İçki içmeyi sevmiyorsan bi shot tekila mutlu etmez seni; kahve tutkunu değilsen film izlerken kahve içmek istemezsin aklına gelmez, film izlemeyi sevmiyorsan onu gecenin herhangi bi saati izleyebilmek seni mutlu kılmaz. Eğer mutlu olmak istiyorsan sevmelisin onu. Onu yaptığın yeri mekanı seveceksin ve onunla bütünleştireceksin… Issız bi adayı oraya düşünce seveceksin şartlar öyle gerektirecek ve mutlu olacaksın bundan…

Bu arada mutluluk hayatın birincil hedefidir. Yalan mı? Hepimiz en çok mutlu olmayı istemiyor muyuz? Ben istemiyorum diyen var mı? Ben istiyorum, hayatta en çok mutlu olmak istiyorum. Peki bunun için insanoğlu nereye kadar neler yapar? Sınırları var mıdır?  Mutluluk için?

Shakespeare der ki mutluluk senin gözlerin, senin sesin ,senin beni arayışın uzaklarda…. Acaba, sormak lazım Shakespeare’e onu aramasaydı o gözler yine de mutlu olur muydu? İşte burda da mutluluk kavramının içine bencillik girer…Aslında basit zannettiğimiz mutluluk ne kadar kompleks bir kavrammış: Zaman, mekan ve insan seçen bencil sevgi….Pöh…. İşte mutlluluğun tanımı…. Beğendiniz mi?

 

ANLADIĞIN KADAR ÖZGÜRSÜN…

ÖKÜZ OLMAK

December 23, 2010

İnsanların hepsi mi öküz doğar; yoksa sonradan öküz olmak mümkün müdür?

Bu aralar bu soruya cevap arıyorum kendimce… Düşünmeye de çok ama çok sevdiğim biri bana ‘Kızım sen öküz olamıyor musun?’ diye sorunca başladım. Önce bütün akşam bu soruya güldüm; sonra da verdiğim cevaba hayıflandım. ‘HAYIR, ben öküz olmayı bilmiyorum.’Bana göre insanlar sadece insan olabilir ama olmadıklarını da tecrübe ediyorum malesef. Selam vermeyen,veremeyen, vermekten çekinen, konuşamayan, sen konuşunca dinlemeyen, gözüne bakarak konuşmaktan ürken, kadınım diye elini uzatmayan, her konuda her şeyi bildiğini zanneden ama bi numarası olmayan sirk maymunları gibi sadece halka çeviren, gördüğünü değil anlamak istediğini anlayan, sonra bunu abartan, kendinden başka herkesi doğruyu anlamamakla ve bilmemekle suçlayan ambalajı parlak insancıklar öküzler….

Bunlar her gün ama her gün insan kılğında çıkar karşınıza. Trafikte sıkıştırmaya çalışır genelde seni, sırada önüne geçmeye çalışır, dolmuşta yer vermek için dış görünüşe göre seçim yapar, seni insan olarak değil genellikle cinsiyetine göre ayırır diğer canlılardan, küçümser yaptığın işi çünkü eğer o yapmıyorsa senin yaptığın işin ne önemi vardır ne de zor ve meşakkatli olması mümkündür, senin aldığın eğitimin hiç bi önemi yoktur sen ondan daha fazla veya iyi bilemezsin yok öyle bi ihtimal: Öküzler hep en iyiyi bilir…

 

Öküzü, öküz olmayandan nasıl ayırırız?

Bu sorunun cevabını vermek zor. Hele ben bu soruya cevep verme yetisine sahip değilim çünkü hakikaten önceleri anlamıyorum. Düşünüyorum da acaba açık mı vermiyorlar? Pinokyolar gibi çok iyi mi kamufle oluyorlar bilmiyorum. Tek bildiğim, en çekilmezi herhalde evde bi öküz olmasıdır. Ben bu konuda çok sanslıyım çünkü benim evde yok öküz…. Bilmem belki de tecrübesizliğim bu yüzden. İş yeri, kanımca öküzle yaşanması ikinci zorlukta olan yerdir. Ama bu konuda sanş beni de yaya bırakmış….

 

Seni aşşağılamaya bayılırlar öküzler. Çünkü sen bunlara şaka diye gülüp geçersin önce; salaksın ya…. Parayla mı? Kendilerini hemen açık etmezler önce arkadaş olabilirler. Ama unutmayın arkadaş dahi olsalar öküzdürler ve bir yerde artık oyun oynayamazlar ve maskeleri düşer. İşte o andır, bittiğniz an… Sizde sadece bi burukluk hissi uyandırırlar… ‘Aaaaa, bu da insan değilmiş,tüh….’diye hayıflanır ve daha önce aranızda geçen konuşmaları, alış verişleri, yaptığınız fedakarlıkları düşünür ve ham armut gibi oturduğunuz yere mıhlanırsınız….

İşte o an var ya o an… Benim yaşamaktan en fazla bunaldığım, daraldığım ve nefret ettiğim anlardan biridir.

İnsanın yanıldığını anlaması  ve  çevresinde insan kılığında bi öküzün daha olduğunu algılaması çok yıpratıcı bi duygudur. En çok korktuğum da bunların kabul görüp insanların git gide neslinin tükenmesi… Adamı zorla günaha sokar bunlar… Düşünüyorum da ben öküz olabilir miyim acaba?  Konuştuğu  kişinin cinsiyetini en son düşünen ben, markette sırasını veren ben, söz ağızdan çıkar diye kıytırık şeyleri bile yerine getiren ben, kimsenin özel gününü untmamaya çalışan ben, selam vermeye özen gösteren ben, insanların yüzüne bakarak konuşabilen ben, çekinmeden derdini anlatan ben, hep dik duran ve eğilmeyen ben, hatrı güden ve unutmayan ben, ilşki kurarken insan seçmeyen ben olabilir miyim sizce öküz? Ben bu soruya cevap vermeyeyim en iyisi. Belki  de vermişimdir çoktan. Ama öküzler anlamaz… Anlamasın da zaten….. Ben öküz olamam ; biliyorum da en azından onlara insan muamelesi yapmaktan vazgeçebilirim….

 

HADİ RASTGELE….

 

Follow by Email
Pinterest
Pinterest
fb-share-icon
Instagram