OMUZLARIMDA ÖLÜM
May 12, 2011
Çok düşünürüz onun hakkında; gece gündüz hep aklımızın bir ucunda kötü bir ur gibi gün geçtikçe büyüyen…. Herkese er geç uğrar bu fikr-i hassasiyet; istinasız uğramadığı es geçtiği herhangi bir adem yoktur ki ölümü yaşarken tecrübe etmemiş… Zaten en esaslısı yaşarken hissedilen ölümdür; senin bizzat ölümünün senin için çok fazla bir anlamı yoktur… Ama canlarından, hayatının önemli kişiliklerinden birinin senden ölümle uzaklaşması vardır ya ‘Ölüm’ gerçekliğiyle soğuk soğuk muhattap olduğun o an; işte o an tek sorduğun soru ‘Neden?’…. Neden yaşıyoruz ölmek için mi? Ne kadar adil? Adalet bu mu? Bu mudur dünyanın adaleti…. Her selada içimizin acıdığını ve aklımızdan genç miydi?, acaba hasta mıydı? gibi sorular sorduğumuzu biliriz değil mi? Çünkü yaşayanların ölüme bir sebep bulmaları onların yaşam sağlığı için gerek şarttır…. Ölümün bir sebebi olur, olmalıdır…. Yoksa neden ölsün ki insan? Değil mi?
Bir Ekim sabahıydı… Ben babamı, Pehlivan’ı gönderdim öbür dünyaya… Sebep mi? Kanserdi… Mide kanseriydi; bir buçuk sene savaşabildi. Yenilmeyeceğini söyleye söyleye gitti. Ben ilk kez o kadar yakın plan karşılaştım ölümle. Ne mi hissettim? O kadar tuhaf bir o kadar da karmaşık duygular hissettim ki toparlarken bile eksik bırakmaktan korkuyorsun onları. Çünkü hayatın boyunca seni asla ve asla bırakmayacak bir duygu seli o…. Anne ve babasından birini kaybetmeyenin kesinlikle anlayamayacağı garip, birbiriyle çelişkili, kimi zaman neler düşünüyorum ben dedirtecek kadar bencil olabilen, kimi zaman da ipi sapı olmayan git gelli bir dünya düşünce…. Ağlama veya gülme krizleriyle kesilen, gece rüyalarda sana asla bakmayan rahmetli anne veyahut baba… Ter içinde uyandığın gecelerde bu rüyayla bana ne demek istedi diye sabaha kadar gözünü kıpmadığın geceler….
En kötüsü defnettiğin gündür; onu son kez gördüğün, gasilhanede üzerine su tutarak her şey için teşekkür ettiğin ve vedalaştığın gündür…. Toprağa verdikten sonra ilk yağmurda ağlarsın ıslanıyor diye ; ilk karda ağlarsın üşüyor diye; eve gelirsin saatini görürsün ağlarsın; banyoda lifinde kılını görürsün ağlarsın… İnsan kıla bakıp ağlar mı demeyin…. Ben ağladım…. Allah allah o gitti kılı kaldı diye hem de hüngür hüngür… Garip değil mi? Evet, kabul ediyorum garip ama ölümün kendi zaten fazlasıyla garip….
Tarif et derseniz ölümü; öyle tumturaklı bir tarifim falan yok… Ölüm bir yok oluş, varken kayboluş… Sevdiğim bir yakınım Babam için ‘Ölmedi; O misyonunu tamamladı ve bu dünyadan ayrıldı.’ demişti; kim bilir belki de haklıydı…. Babama sorardım yorulunca ‘Baba, bu işler hiç bitmez mi?’ diye… ‘Biter kızım, bir gün biter, bittiğinde anlarsın!’ dediydi. İşte O’nun bu dünyada işleri bitti…. O kadar canlı bir insandı ki öbür tarafta da kesin yoğundur…
O gidince hayatımdan; 5 Ekim 2007 günü omuzlarıma bir çocuk oturdu. Esmer ağır bir çocuk, nedendir bilmem erkek bir çocuk ve elinde elma şekeri var…. Ben babamı kaybettiğim gün oturdu omuzlarıma; bacaklarını omuzlarımdan sallandırarak oturuyor orda…. Kimi zaman çok ağırlaşıyor; kimi zaman da hafif; ama hep orda… O gün bu gün çık kalkmadı omuzlarımdan… Hiç konuşmaz bu esmer çocuk; yüzünde her daim anlamsız ve gülünç bir hüzün taşır; elma şekerinin de bittiği hiç vaki değildir… Ama biliyorum ki o elma şekeri sadece ve sadece Melike’nin…. Bakın insan ölüme bile aidiyet duygusuyla bağlanabiliyor… Zaten her şey ve her duygu gibi ölüm de senin olunca gerçek belki de…. Evet ya… Ölüm de bizim yaşam da… Bence ölümü sahiplenebilmenin tek yoludur yaşam…. O zaman hadi bekletmeyin yaşamı, bu yüzden değil midir herkes ölümün ardından ‘Başın sağolsun….’ der , der ki unutmayasın sen kendi başının sağ olduğunu ve nefese ihtiyacın olduğunu….
ANLADIĞIN KADAR ÖZGÜRSÜN….