YENİ YIL

December 30, 2010

Yeni hep sevilen, arzu edilen ve kutlanandır. Bir şeyin yenisinin olması aynı zamanda eskisinin olmasını da gerektirir, yeninin tadı aslında eski ile birlikte çıkar. Yeniyi yeni yapan aslında eskidir. Yani, yeni eskinin yüzü suyu hürmetine yenidir; işte bu sebeptendir ki insan oğlu eskiye saygı duyar da yeniyi kutlar. Pek severiz biz yenileri: yeni evlilikleri düğün törenleriyle, nişan törenleriyle kutlar takılar takarız; yeni bebekleri görmeye gider, agucuk yapar armağan veririz; yeni evleri illa görmeye gideriz; evin eşyasını yenileyince tarifsiz bi huzur kaplar içimizi şöyle bi kahve yapıp yeni koltuğa oturur damak şaklata şaklata içeriz; yeni bluze eteğe hele de ayakkabı ile çantaya dayanamayız; küpemiz yeniyse hele de farkedilirse deymeyin keyfimize bayılırız; arabamız yeniyse şöyle içine daha bi afilli otururuz; yeni parfüm, yeni ruj vazgeçilmezimizdir…. Bu liste böyle uzar gider. Aslında işte benim son yenim bu : Yeni yazım… Bu da çok heyecan vericiymiş, ilk kez tecrübe ediyorum. İnanın bu yeni hazdan da çok hoşlandım… Yeni kutlanır hep, yeni kazak daha bi itinalı giyilir bir iki kez, yeni arabanın hep bi tarafı eğridir kutlamadan düzelmez, yeni broş bir kaç kez, çıkarılıp her seferinde kutusuna konur, yeni ayakkabı evde bi giyilir şöyle aynada bi süzülür, yeni saç hep fönlüdür, yeni meslek erbabı kutlanır ve hayırlı olsun denilir hediyeler verilir, bayramlar yeniler alınarak ve kullanılarak neşelendirilir….Bu arada eski hep saygıyla anılır ve en haz verici şeylerden biri de elindeki eskinin bir diğerinin yenisi haline getirebilme becerisiir. Eğer bunu da yapabildiyseniz sizden iyisi şamda kayısı olur….

 

YENİ YIL…Seneye eski olacak yıl da kutlanır; tabi kutlanacak belki de en önemli yeni odur. Birden her şeyi yeniler, tarihi, takvimi, planları, doğumgünlerini, bayramları, tatilleri,  bi de ne hikmetse iç çamaşırlarını… Hayata bi reset atılır ve hiç bi şey olmamış gibi devam edilir. Bence yeni yılın ereği budur bizim gözümüzde…  Her şeyin nedense farklı olacağı umuduyla uyanır insanoğlu 1 Ocak sabahı… Ve genelde umudunu ertesi güne pek taşıyamaz.” Ama olsun” der”…. olacak bu yenisi, bunda her şey farklı olabilir.” diyerek başlar her güne yeni yılda bir kaç gün… Bu yüzden yeniyi severiz, yeniyi yaşamadığımız için merak ederiz nasıl davranacağını bize… Yeni merak duygusunu barındırır içinde, merak hevesi ; bunlar da hep adranelin salgılamamızı sağlayan duygulardır. Heyecan sonunda mutlu eder bizi…. Evet, istenilen son bu: mutlu olmak….Yeni bizi mutlu eder, etmeyeceği varsa da mutlu eder; çünkü ne olursa olsun onun öyle bi sorumluluğu vardır. Bu sorumluluğu yerine getirdiği sürece revaçta kalır; işi bitince birden dünden bugüne eskir… Bir yenisi gelir ve farkında olmadan bakarsınız hep yeniden bahsediyorsunuz…. Ta ki o da eskiyinceye kadar…. Ama hiç bi şeyin eskisi insan eskisi kadar ağır olmaz… Neyse ondan sonra bahsederiz….

 

YENİ YIL; BENİ, SENİ, BİZİ YENİLESİN….

ESKİSİNİ ARATMASIN….

HEPİNİZE MUTLU SENELER, HEP BİRLİKTE…

 

ANLADIĞIN KADAR ÖZGÜRSÜN…

 

MUTLULUK

December 27, 2010

İşte belki de insanlık tarihinin en karmaşık konusu budur: Mutluluk… Çok görecelidir aslında kişinin dünyayı algılamasıyla değişkenlik gösterir. Kimine göre bi ıssırık çukulatadır, kimi ne göre bi yudum şarap, kimine göre bi nefes sigara ve kahve, kimine göre sıcacık bi yatakta sevdiğin insanla bi saatlik uyku… Bu liste uzar gider de herkesin mutluluğuna yine de dem vuramayabilirsin… Neden mi? Bence mutluluk ruhu okşar aslında, yüzünü güldürür, gülümsetir ama değişkendir. Bu gün seni mutlu eden yarın çok üzebilir. Bu da mutluluğa zaman kavramını ekler. Evet mutluluk zaman ve mekan içerir… Ankara’da Eskişehir yolunda hız yapınca mutlu olursun da İstanbul’da Nevizade’de iki tek atınca, İzmir’de kordonda dondurma yiyince, Eskişehir’de Porsuk’a karşı nargile keyfi yapınca, Erzurum’da en iyi cağ kebabını yiyince, Fethiye’de denize girince… Bu böyle uzar gider… Aslında ruhtur mutlu ya da mutsuz olan. Mutlu olacağı şeyi de yeri de o seçer. Ve çok seçicidir aslında. En seçici olduğu konu da insanlardır. Yanında mutlu olduğu insanlar. İşte burası zurnannın zırt dediği yer. Diğer mutluluklar anılarda ve fotoğraflarda kalabilir de insanın yanında mutlu hissettiği insanlar hep yüreklerinde oturur. Ne zaman nerde olursa olsun gözleri onları arar, kulakları onların seslerini işitmek ister. Burda da mutluluğun sevgi ile doğru orantısı çıkar ortaya.  Sevdiğin şey mutlu eder seni. İçki içmeyi sevmiyorsan bi shot tekila mutlu etmez seni; kahve tutkunu değilsen film izlerken kahve içmek istemezsin aklına gelmez, film izlemeyi sevmiyorsan onu gecenin herhangi bi saati izleyebilmek seni mutlu kılmaz. Eğer mutlu olmak istiyorsan sevmelisin onu. Onu yaptığın yeri mekanı seveceksin ve onunla bütünleştireceksin… Issız bi adayı oraya düşünce seveceksin şartlar öyle gerektirecek ve mutlu olacaksın bundan…

Bu arada mutluluk hayatın birincil hedefidir. Yalan mı? Hepimiz en çok mutlu olmayı istemiyor muyuz? Ben istemiyorum diyen var mı? Ben istiyorum, hayatta en çok mutlu olmak istiyorum. Peki bunun için insanoğlu nereye kadar neler yapar? Sınırları var mıdır?  Mutluluk için?

Shakespeare der ki mutluluk senin gözlerin, senin sesin ,senin beni arayışın uzaklarda…. Acaba, sormak lazım Shakespeare’e onu aramasaydı o gözler yine de mutlu olur muydu? İşte burda da mutluluk kavramının içine bencillik girer…Aslında basit zannettiğimiz mutluluk ne kadar kompleks bir kavrammış: Zaman, mekan ve insan seçen bencil sevgi….Pöh…. İşte mutlluluğun tanımı…. Beğendiniz mi?

 

ANLADIĞIN KADAR ÖZGÜRSÜN…

… OF ALL TIMES

December 24, 2010

Ondan bahsederken hep kullanılan tanım dudur: The best movie of all times… Tüm zamanların en iyi filmi… Çok iddialı değil mi? Evet bence de çok iddialı fakat çekildiği yıl ile o zamanki imkan ve imkansızlıklar düşünülürse gerçekten çok ama çok iyi bi filmdir. 1941 yılı fimidir Citizen Cane. Ünlü yönetmen usta Orson Welles filmidir ve çok ince bi işçiliğe sahiptir. Yapım şirketlerinin tekelinde çekilen beyaz telefon filmleri furyasının ardından sektör artık kendi özünü ararken , aslında imkansızlıklar dahilinde çekilen senaryo ve kurgusu şu anki senarist ve film yapımcılarına ders diye okutulan bi filmdir Citizen Cane – Yurttaş Kane…. Cane zengin bir adamdır. Çok zengindir ve ölmüştür aslında. So nefesine de tek bi kelime söylemiştir: ROSEBUD…

Bazı replikler ya da kelimeler filmlerin namını aşmıştır. İşte Rosebud da onlardan en önemlilerinden biridir. Bir gazeteci bu kelimenin peşine düşerek Cane’in yakınları ile röportaj yapmaktadır ve film söyleşi iskeletine oturur kurgu olarak…. Anlatıldıkça sahneler akar ve alıcının kurguyu yaratması sağlanır. Siyah beyaz bi şölendir Citizen Cane… Kullanılan ışık oyunları ile alıcının söylenmeyen mesajları da almasına özen göstermiştir Welles. Merdiven sahnesinde çekimi merdivenin aşşağısından yaparak Cane’in büyüklüğüne vurgu yapmış; ekomomik çekim denilen çekim tarzına çokça başvurarak kısa sekanslarda çok fazla anlatım gerçekleştirmiştir. Cane’in hayatında meydana gelen değişiklikler alıcıya hızlı değişen sahnelerle ekonomik olarak veriliyor,fotoğrafa yakın çekim yapılarak şu anki zamana geçiş, ilk karısı ile masa başında yaklaşık bir dakika içinde aralarının bozulduğu mesajını veren ve hızla sahne dğişimi yapan Welles’in bu tarzı o yıllar için çok hızlı ve keskin değişiklikler olarak bilinir sinema için. Bu sebepten ilk izlenildiğinde eleştirilmiştir hatta. Tiyatral çekim kullanan Welles, ışığı dramatik olarak kulanmıştır çokca ve bununla birlikte tavan çekimi ve oyuncular arası göz teması da kullanmıştır ki bu 1940’a kadar yapılan bi şey değildir.Araştırma yapan gazetecinin yüzünü asla göstermemekle alıcının kendisini gazeteciyle kişileştirmesini sağlar. Ve sonuçta soruları soranın kendiniz olduğuna inanırsınız. Anormal kolleksiyonları ile Cane’in doyumsuzluğuna dem vuran yönetmen simgeleri ve sözcüklerle cevap verir bütün sorularınıza….Çekimlerinde alan deriğinliğini çok iyi kullandığı için tüm ayrıntılar net ve keskindir. Shakespearain çekimi de eşinin odasını dağıttığı sahnede kesmeden, gerçekçi ve ayrıntılı olarak kullannan Welles filmin sonunda kullandığı ayna metaforuyla birden fazla Cane olduğunun ve bunların hepsinin mutsuz oluğunun da çadır sahnesinde ses kuşağıyla oynayarak altını çizerek ifade etmiştir ve bu o zaman için müthiş bi yöntemdir… ‘Ben herkesin ne düşüneceğine karar veririm.’ diyebilecek kadar iddialı ama yalnız bi adam olan Cane son nefesinde kayıp çocukluğu ve annesiyle karşılaşıp kaykay, yani oyuncak mataforuyla ki üzerinde Rosebud yazar,kaybettiklerinin kazandıklarından fazla oluğunu ifade ederek vefat eder. Böylece film başladığı gibi biter. Bu da alıcıda kısır döngü hissi uyandıracak kadar kötümser bi sondur….

İşte bütün bu ilk defa denenen, ilk defa algılanan ve ilk defa öğrenilen sinema teknikleri sebebiyle tüm zamanların en iyi filmidir… Özet olarak günümüz sinemasına ışık tuttuğu için tüm zamanların en iyi filmidir. ‘Filmin amacı,sorunun çözümünden çok onun sunumudur.’ diyen Orson Welles birbirinin gözüne bakmadan oyun çıkaran parlak aktör ve aktrislerin devrini kapatarak auteur sinemasıyla tanıştırmıştır bizi… Eğer daha seyretmediyseniz hiç vakit kaybetmeyin….

 

SİNEMAYLA KALIN…

ÖKÜZ OLMAK

December 23, 2010

İnsanların hepsi mi öküz doğar; yoksa sonradan öküz olmak mümkün müdür?

Bu aralar bu soruya cevap arıyorum kendimce… Düşünmeye de çok ama çok sevdiğim biri bana ‘Kızım sen öküz olamıyor musun?’ diye sorunca başladım. Önce bütün akşam bu soruya güldüm; sonra da verdiğim cevaba hayıflandım. ‘HAYIR, ben öküz olmayı bilmiyorum.’Bana göre insanlar sadece insan olabilir ama olmadıklarını da tecrübe ediyorum malesef. Selam vermeyen,veremeyen, vermekten çekinen, konuşamayan, sen konuşunca dinlemeyen, gözüne bakarak konuşmaktan ürken, kadınım diye elini uzatmayan, her konuda her şeyi bildiğini zanneden ama bi numarası olmayan sirk maymunları gibi sadece halka çeviren, gördüğünü değil anlamak istediğini anlayan, sonra bunu abartan, kendinden başka herkesi doğruyu anlamamakla ve bilmemekle suçlayan ambalajı parlak insancıklar öküzler….

Bunlar her gün ama her gün insan kılğında çıkar karşınıza. Trafikte sıkıştırmaya çalışır genelde seni, sırada önüne geçmeye çalışır, dolmuşta yer vermek için dış görünüşe göre seçim yapar, seni insan olarak değil genellikle cinsiyetine göre ayırır diğer canlılardan, küçümser yaptığın işi çünkü eğer o yapmıyorsa senin yaptığın işin ne önemi vardır ne de zor ve meşakkatli olması mümkündür, senin aldığın eğitimin hiç bi önemi yoktur sen ondan daha fazla veya iyi bilemezsin yok öyle bi ihtimal: Öküzler hep en iyiyi bilir…

 

Öküzü, öküz olmayandan nasıl ayırırız?

Bu sorunun cevabını vermek zor. Hele ben bu soruya cevep verme yetisine sahip değilim çünkü hakikaten önceleri anlamıyorum. Düşünüyorum da acaba açık mı vermiyorlar? Pinokyolar gibi çok iyi mi kamufle oluyorlar bilmiyorum. Tek bildiğim, en çekilmezi herhalde evde bi öküz olmasıdır. Ben bu konuda çok sanslıyım çünkü benim evde yok öküz…. Bilmem belki de tecrübesizliğim bu yüzden. İş yeri, kanımca öküzle yaşanması ikinci zorlukta olan yerdir. Ama bu konuda sanş beni de yaya bırakmış….

 

Seni aşşağılamaya bayılırlar öküzler. Çünkü sen bunlara şaka diye gülüp geçersin önce; salaksın ya…. Parayla mı? Kendilerini hemen açık etmezler önce arkadaş olabilirler. Ama unutmayın arkadaş dahi olsalar öküzdürler ve bir yerde artık oyun oynayamazlar ve maskeleri düşer. İşte o andır, bittiğniz an… Sizde sadece bi burukluk hissi uyandırırlar… ‘Aaaaa, bu da insan değilmiş,tüh….’diye hayıflanır ve daha önce aranızda geçen konuşmaları, alış verişleri, yaptığınız fedakarlıkları düşünür ve ham armut gibi oturduğunuz yere mıhlanırsınız….

İşte o an var ya o an… Benim yaşamaktan en fazla bunaldığım, daraldığım ve nefret ettiğim anlardan biridir.

İnsanın yanıldığını anlaması  ve  çevresinde insan kılığında bi öküzün daha olduğunu algılaması çok yıpratıcı bi duygudur. En çok korktuğum da bunların kabul görüp insanların git gide neslinin tükenmesi… Adamı zorla günaha sokar bunlar… Düşünüyorum da ben öküz olabilir miyim acaba?  Konuştuğu  kişinin cinsiyetini en son düşünen ben, markette sırasını veren ben, söz ağızdan çıkar diye kıytırık şeyleri bile yerine getiren ben, kimsenin özel gününü untmamaya çalışan ben, selam vermeye özen gösteren ben, insanların yüzüne bakarak konuşabilen ben, çekinmeden derdini anlatan ben, hep dik duran ve eğilmeyen ben, hatrı güden ve unutmayan ben, ilşki kurarken insan seçmeyen ben olabilir miyim sizce öküz? Ben bu soruya cevap vermeyeyim en iyisi. Belki  de vermişimdir çoktan. Ama öküzler anlamaz… Anlamasın da zaten….. Ben öküz olamam ; biliyorum da en azından onlara insan muamelesi yapmaktan vazgeçebilirim….

 

HADİ RASTGELE….

 

MEÇHUL

December 22, 2010

MEÇHULİnsanoğlu korkar…

Ezelden beri korkmuştur; hatta korkaklık pek aranılan bi özellik değildir eş dost seçerken; ama her zaman korkuları vardır insanoğlunun. En çok da bilmediğinden korkar derler ama bence bu kocaman bi yalan. Bilmediğinden değil başına geleceğini bildiği şeylerden korkar en fazla ademoğlu. Mesala ÖLÜM… Ölmekten neden korkarız? Ne biliyoruz ki ölüm hakkında? Ruhun bedenden ayrılması….Eee neden korkuyoruz bundan? Ne var bu kadar ürkecek ölümden?  Ölen ve öldükten sonra başına gelenleri anlatan var mı bize? Hayır benim daha öyle bi tanıdığım olmadı. Babamdan böyle bi torpil bekliyorum hala…. Bi gün anlatacak bana eminim…En azından rüyamda…İşte burda başlıyor ikilem. Aslında ölüm değil bizi korkutan eninde sonunda bizi de bulacağını bilmemiz azrailin… Çünkü hiç bi fikrimiz yok nerede, ne zaman ve nasıl çalacak kapımızı…. İşte asıl korkumuz bu: Bilmiyoruz…. Tek bildiğimiz şey bi gün öleceğimiz ve bizim elimizde olan hiç bi şey yok… Evet korktuğumuz meçhullük olgusu belki de doğru ama yazar der ki ‘Asıl meçhul olan yaşamdır.’ Ama kimse korkmaz yaşamaktan. Ama o başlı başına büyük bi muammadır : EN BÜYÜK OLANI…

 

MEÇHULOndan kimse korkmaz. Kimse korkmaz emniyet kemeri takmadan araba kullanmaktan, kimse korkmaz zararlı olduğunu bile bile sigara içmekten, kimse korkmaz tıka basa yemekten, kimse korkmaz yağlı yemekten, kimse korkmaz boşanma ihtimalini bile bile evlenmekten, kimse korkmaz çocuk sahibi olmaktan, kimse korkmaz kavga etmekten, kimse korkmaz birini dövmekten, kimse korkmaz birini kırmaktan…. Bu en büyük muammada hiç kimse korkmaz da gazı köklemekten ölümü bile düşünmek ürkütür insanı…. Bu yaşam denen muammada, asıl korkulması gereken meçhulde, korkusuz ve pervasız ademoğlu hiç bilmediği ölümden korkar…. Bilinmezlik mi bu korkunun nedeni? Ama bir çok bilmediğimiz şeyi yani sonunu bilmediğimiz şeyi gerçekleştirdik ; hatta bazılarını başımıza ne geleceğini bile bile korkmadan bazen de korkarak yaptık… Yeni tanıştığımız adama korkmadan ısındık, ilk kez karşılaştığımız kadının gözünün içine korkmadan baktık, sigara içtik bol bol ölümcül olduğunu bile bile, alkol aldık, üç dubleden sonra saçmalayıp kustuğumuzu bile bile… Hız sınırını özellikle kameraların altından geçerken kasıtlı aştık, ondört kişilik dolmuşa yirmiyedi kişi bindik, küçük çocukları direksiyona oturttuk, biribirimize doktor gibi ilaç verip içirdik, düğünlerde havaya ateş açtık, silah taşıdık kızınca çektik, bahaneler bulup küçük insanları ve gençleri astık, başbakan astık, kadın dövdük, evlatlarımıza tecavüz ettik, babalar kızlarını hamile bıraktı, hayvanlara eziyet ettik, insanlara hem de tanıdığımız insanlara iftira attık, bizim olmayan bir şeyi aldık, rüşvetle işimizi yaptırdık, insanların en değerli inaçlarını sömürdük, insanları cinsel tercihleri yüzünden öldürdük, siyah diye kestik, zorla kölemiz ettik………..MEÇHUL

 

Bunları yaparken hiç bi şeyden korkmadık da ölümden kormak ha…. İşte buna gülünür… Hem de ben buna ağzımla filan da gülmem… Bütün bunları yaparken korkmayan ey ademoğlu; korkma ölümden filan da korkma sen zaten ölmeyeceksin çünkü sürüneceksin… Senin cehennemim yaşam denen meçhul…. Unutma yaşamdan korkmuyorsan ölüm zaten hikaye…

 

 

Fight Club

December 22, 2010

Yoktur yaşı yirmi ve otuzun üstünde olup da Fight Club’ı seyretmeyen biliyorum. Ama en esaslı kara filmlerden biridir, bu sebepten kara filmlerden bahsedip onu atlamak olmaz,olamaz. Hakikaten karadır Fight Club, hem de kapkara… En karası da sizi sürüklediği, içine çektiği cenderedir… Alıcıyı rahatsız ederek önce kendini sonra da sosyalitesini sorgulamasını sağlayan temeli sağlam bir filmdir. Evet temeli yeraltı edebiyatının bir numaralı yazarı Chuck Palahniuk’in aynı adlı romanıdır ve bununla birlikte çok sinemasal bi senaryo ile beyaz perdeye aktarılan roman bi David Fincher harikasıdır. Ve kanımca Hollywood bu muazzam başarısından sonra O’nu görmezden gelerek başarısı yüzünden cezalandırmıştır. Fatal Female kullanmadan çektiği bu kara fimde alıcının kendini sorgulamasını sağlamış, aynaya bakmasını sağlamıştır. Sıra dışıdır, meydan okur… Önce sana meydan okur. Bi başka deyişle seni sana kırdırır Fight Club… Bilinen ama kabul edilmeyen gerçeği alır ve gözüne soka soka anlamanı sağlar: Senin içinde iki sen var ve sen seni yendiğinde mutlu olacaksın…Ve bunun da yolu bilinçaltını iyi okumandan geçer. Diğer kara filmlerin aksine şidetle para, kapitalizm ve tüketim toplumunu eleştiren film aşırı hassas ve anlamlı repliklerle süslenmiştir. Bu replikler günümüzde filmin kahramanı Tyler Durden replikleri olarak hepimizin belleğine kazanmıştır. Bunlardan en beğendiğim de ”Ancak sahip olduğumuz her şeyi kaybettiğimizde her şeyi yapabilecek kadar özgür oluruz” repliğidir. Bu film gerçek bi kavga filmidir. Maskulen bi film olan Fight Club; babasının terk ettiği, annesi tarafından büyütülen kayıp bi erkektir Tyler ve tek aradığı vardır: giderek teknoloji manyağı olan ve makineleşen tüketim toplumunda kendi özü… Aslında kayıp X neslinin kendini aradığı ve kendini gerçek hissetmek için şiddete başvurduğu hatta şiddeti kullandığı çok muhteşem bi yapıttır Fight Club… Tabi bunun yanında muhteşem bi oyuncu seçimi ve yönetimi ile taçlanan film aslında tek bi kişilik etrafında döner. Ego ve alter egonun birbirlerini kırmaya çalıştığı filmde alter egoyu canlandıran Edward Norton nam-ı diğer Tyler Durden, hepimizin içindeki patavatsız ve pervasız aynı zamanda dengesiz alt benliğimizi bize o kadar iyi resmetmiştir ki biz uzun süre onun başka biri olabileceğini düşünmüşüsüzdür… Okuması zor bir filmdir, evet bu yüzden sadece siddet filmi diye algılayan alıcıların da bulunmasını buna bağlayabiliriz. Halüsünasyon filmidir Fight Club… X kuşağının teknoloji ve televizyon sarmalında gördüğü sanrılara sık sık dem vurarak alıcıyı rahatsız eder. Aslında rahatsız eder ve iğneleyerek öğretmeye meyilli bir didaktik yapısı da vardır…. ”Ve aslında herkesin içinde iki tane ‘BEN’ vardır ve sürekli kavga eder.” der Fight Club ve devam eder ‘…biri diğerinin şizofrenik yansımasıdır.” Haksız da sayılmaz bu yaşam denen mücadelede hepimiz bi dövüşün içindeyiz ve kendimizle dövüşüyoruz ayrıca da bu dövüş sürmesi gerektiği sürece sürecek… Yani sonsuza değin…. Sonsuz nerede mi? Tyler’a sorun….

 

SİNEMAYLA KALIN…

PİNOKYO

December 21, 2010

Pinokyo…

Hani bilirsiniz şu tahta oğlan.. Hani yalan söyleyen ve yalan söyleyince burnu uzayan masal kahramı… Meğer o masal gerçekmiş… Bir dünya pinokyo varmış bizim dünyamızda hem de bunların burnu falan da uzamıyormuş…. Ama bizimkilerin Pepeto ustaları falan da yokmuş saygı duyukları ve sevdikleri… Kendilerinin tanrıları kendileriymiş…. Bizimkiler kimseyi sevmez ve kimseye saygı duymazmış… En saygısız oldukları husus da başkalarının duygularıynış… Onlar, hakkında yalan söylenilebilen orda burda konuşulabilen basit ama basiretsiz mevzularmış… En tipik özellikleri önce kendi söylediklerine gönülden inanmaları ve sonra herkesin bunu duymasını sağlamaları ve nihayetinde aslında herkesin ondan önce bunu bildiklerini ve duydukları yalanıyla kendilerini avutmalarıdır…. Ne komik değil mi? Bi de bunların ambalajları vardır janjanlı…. Etiketleri sağlam gözükür, afilli gözükür, şekilli gözükür… Bi de bunlar attı mı mangalda kül bırakmaz… Bunlarla samimi falan da olamazsınız, izin vermezler; hep bi mesafe koyarlar aranıza, samimiyet onlar için banal bi özelliktir ve fazla gelişmemesi gerekir…. Bunlar çalışırlar ama gösteriş yapmayı da pek severler…Biraz da kedi gibidirler….Velhasıl, bilirsiniz Pinokyo masalın sonunda inayete ermiş yalan söylemeyi bırakmıştır ama bizimkiler için öyle bi umut yok…. Unutun bunu…Aman dikkat bizim Pinokyoların burnu uzamadığı için kendilerini iyi kamufle ederler ona göre… Anladığınızda çok geç olabilir…. Ama beliki de biz onların Pepeto ustalarıyız; belki biz yapıyoruz onları: Bizim iyi niyetimiz ve bizim insanlığımız onları yaşatan… Çünkü ,sen ey iyi insan ,sen her ”Allah’ından bulsun, benden değil.” dediğinde bunları besliyor olabilir misin? Belki de Allah seni görevlendirmiştir. Hiç düşündün mü?

 

ANLADIĞIN KADAR ÖZGÜRSÜN…

Film Noir

December 21, 2010

Filmin rengi olur mu? Olmaz; bir film bütün renkleri içerir ama sen neyi okursan onun rengini görürüsn bir filmde… İşte bu sebeple en renkli filmler KARA Film lerdir. Aniden değişen ve alt üst olan insan hayatları paralelinde sarsılan aileler, insan ilişkileri,çakışan menfaetler,ara bozan para ya da parasızlık ve en sonunda yalın ,basit ama kanlı şiddet… Bütün film boyunca alıcı bu şideetin olmasına izin vermesi hususunda yoğrulur va hazırlanır.Artık şiddeti düşünmeye başladığı anda yönetmen sizden de aldığı izinle basit ama çok mükemmel bi çekimle size istedğinizi sunar. Bununla birlikte Kara Filmler, aşk,din, siyaset ve aile gibi insanoğlunun ana hatlarına da çok ince ama içten dokunur… Kimi zaman dokunmaz ‘No Counrty For Old Men’ de olduğu gibi çok derinden ama sadece isteyen alıcının anlayacağı derinlikte kalın kalın inceler…Evet bu konuda en başarılı yönetmenlerdendir Coen Kardeşler.’A Man Who Wasnt There’ siyah beyaz çalıştıkları çok mükemmel ışık oyunları yapılan ve sır adamın ani değişen hayatına dışaran bakmamızı sağlar. ‘A Simple Plan’ da bir ailenin para ve parasızlık sarmalında başına gelenlerin traji komik hikayesidir. Ve evet ‘FARGO’ yöresel dilin ve otantikliğin çok muazzam işlendiği harika bi kara filmdir. Mükemmel içselleştirebildiğiniz ve seyrederken çok zevk alacağınız muhteşem bi yapıttır. Film bir roman okuyormuşcasına tadı damağınızda kalacak bi şiddetle biter. Ve kara filmlerin en önemli özelliklerinden biri de akıllı, uyanık ve şehvetli jkadın karakterleridir : FATAL FEMALE…. Para ve şehvet düşkünü, vücudunun farkında olan güzel kadınlardır bunlar… Genelde erkek karakterleri kullanarak istediklerini yaptırılar… Ama ben Sean PENN’in başrolünü üstlendiği ‘U TURN’deki kadar ölümcülünü ve travmalısını hiç seyretmedim… Kaybedecek hiç bi şeyi olamayan bi adamın öyküsüdür bu film… Kaybedecek hiç bi şeyi olmayan birinin her riski alabileğinin üstüne kurulu hızlı ve gösterişli bi filmdir. Şiddetle tavsiye ederim seyretmenizi…. En son kara film örneklerinden biri olan ‘A Serios Man’

diğer örneklerine göre biraz daha canlı renklerin kullanıldığı ve modernleşmiş bi kara filmdir. Ama din ve aşk konularıyla oldukça fazla yoğunlaştırılmış ince ince esprilerle dantel gibi işlenmiş insanın her türlü kavgasını ve sevdasını anlatan çok iyi bi yapıttır… Bununla birlikte en iyi kara film ‘Big Leboswki’ hala ağzımızın tadıdır ve aptal ve küçük şeylerin insan hayatını nasıl tepe taklak edebileğine ayna tutan harika bi filmdir… Tekrar tekrar izlenir….

Bu deneyimleri daha yaşamadıysanız en kısa zamanda bu açığı kapatmanızı tavsiye ederim çünkü sinemanın önemli ve çok seyredilen bi koludur Film Noir ve inanın bana onu keşfetmek çok heyecanlıdır….

 

SİNEMAYLA KALIN….

Trier

December 13, 2010

”İyi bir film ayakkabınızın içindeki çakıl taşıdır, yürüdükçe batar.” der Lans Von Trier. Ve bu minvalde alıcıyı yani seyirciyi en çok rahatsız edebilen filmlere imza atmıştır. Onun filmlerini izlemeden önce Alman dışavurumculuğu, tiyatral sinemayı ve sinema metaforlarını bilmeniz icap eder. Bunların detaylarını bilmeden seyretsem ne olur derseniz, size cevabım zaman kaybetmiş olcağınız ve ‘Bu ne biçim film, bu nasıl bi yönetmen….’tarzı cümleler kurup Trier hakkında yıkılması zor bir önyargıya sahip olacağınızdır…. Aslında salt sinema açısından muhteşem örneklere imza atmış çalışılması zor bi yönetmen olan Danimarkalı Trier anlatmak istediğini çok ama aklınızın alamayacağı kadar çok direkt yoldan iletir size. İşte bu yüzden mesaj size ulaştığında çok rahatsız olursunuz. Bence O’nun birincil amacı da budur aslında…. En son filmi Antichrist altı aylık depresyon tedavisinin ardından çektiği çok ama çok kişisel ve sorgulayıcı bi filmdir…. O’nun filmleri soudtrack ve filmden karelerle filan anılmaz… Çünkü öyle yan öğeler yoktur o filmlerde, sadece çıplak film vardır… Ve bu çıplaklık sizi koltuğa çiviler… Hele saklayıp saklayıp sonunda alıcıya ulaşan dizeler sizi büyüler… Dizeler diyorum çünkü O’nun filmleri aslında anlaşılması zor keskin şiirlerdir… Ve bir gerçek de herkesin bu şiirleri okuyamadıklarıdır…. Ama ben Trier işlerinin seyredilmesi, incelenmesi ve üstünde konuşulması gereken filmler olduğunu düşünüyorum. Dogville ve Manderlay adlı filmlerinde sadece çizgilerle kurduğu stüdyoda çok gerçek bi filmi sınır kullanmadan yapabilmiştir. Evet evler, odalar vardır ama alıcı asla duvar görmez. Ve burda duvarı oraya koyanın biz olduğumuz ve hayatımıza perdeler çektiğimiz gerçeğini gözümüze sokar… Bununla birlikte Narrator-Anlatıcı kullanır ki size gösterileninn aslında siz olduğunuz gerçeğinden sizi uzaklaştırır….Ve Antichrist… Benim seyredip koltuktan kalkamadığım sayılı fimlerden biridir… Sonsuz bi ızdırap, tamımsız; yokluk hissi, yoksunluk hissi… Bizi insan yapan en temel içgüdü… Ve böyle bi ızdırabın sebebi olduğu hissi ile suçluluk cenderesine sıkışmış olmak: Çok yoğun ve karmaşık bi o kadar da basit: İNSAN OLMAK… Nasıl yas tutacağım? Nereye kadar? Eğer sebep bensem ne olacak? Bu hayatın şeytanı kim? Kendimi nasıl temize çekeceğim? gibi cevaplanması zor, belki sorması bile zor bi dünya soruyu soran ve cevap arayan bir çift… Seyredin… Sonunda mutlaka küfür edeceksiniz ağız dolusu… İşte hayat bu kadar acımasız….

 

Seyredin paylaşalım…

 

SİNEMAYLA KALIN….

Neden?

December 12, 2010

Çok düşündüm neden bu kadar düşkünüm diye yedinci sanata. İlk zamanlar belki onun yedinci olması bile yetiyordu ama sonraları farkettim ki yaşamları sadece seyretmiyorum, ben onlarla ordayım…Önceleri sandım ki oyuncularla bütünlüyorum kendimi, oyunlarını oynuyorum, repliklerini söylüyorum onlar gibi bağırıp onlar gibi gülüyor ağlıyorum. Sonraları hissettim hayır onlar değilim ben…. Ben kamerayı tutanım… Oyuncularla oynayan… Onları görmemizi istediği gibi gösteren bize asıl o… O nasıl isterse biz onu görüyor seyrediyor seviyor ya a nefret ediyoruz… İşte o an anladım ben onlardan biriyim ya da her an olabilirim… Neden olmasın? Olanlar nasıl olmuş? Ben de düşünebliyorum yetmez mi? Ben de düşünebiliyorum seyircinin ne istediğini neyi almak neyi sevmek istediğini… İşte zaten temel bu: Ya istediğini vereceksin… Ya da nefret edip reddetiğini… Sıradan olmayacaksın… Yapılanı da değil… Seçtiğini yapacaksın.. İş senin olacak…Senden olacak, biriktirdiğin hayat ekranda olacak…Yoksa seyredilip adı unutulan filmlerden olursun biliyorum…. Bu arada o kadar çok unutulmayan var ki burda aslında onlardan bahsetmek isterim birlikte… Nedir unutamadığınız filmler?

Aslında bunu yapmak için neden unutmadığınızı da iyi bilmek gerekir… Beni şu anki mesleğimi, öğretmenliği ,

yapmaya iten filmdir Ölü Ozanlar Derneği… Hayat felsefeme de orada tutunmuşumdur: Önünde her zaman iki ayrı patika olacak ve sen az ayak izi olanı kullan, yapılmayanı yap ancak o zaman mutlu olursun… Robin WILLIAMS ve o zamanki genç şimdi orta yaşlı oyuncularla harikalar yarattığı, unutulmaz sahnelerle ağlatan ve insanı sımsıcak eden senaryoyla zeki ve keskin esprilerle harika bir filmdir… O kadar sert kararlar alıp uygulayamadım belki meslek hayatımada ama hiç untmadım o filmin bana hissettirdiklerini…. Hiç de untmayacağım…. Ben hala bi üyesiyim o derneğin…. Ve hiç ama hiç unutmadım kendimi ve hiç vazgeçmedim az ayak izi olan yoldan yürümekten….

 

SİNEMAYLA KALIN….

Etiketler: http://www.imdb.com/title/tt0097165/ 13:21:00 ROSEBUD

Follow by Email
Pinterest
Pinterest
fb-share-icon
Instagram